29 Nisan 2013 Pazartesi

İmparator'un Mezarı



İmparator'un Mezarı'ndan (Steve Berry)

Geleceği şekillendirecekseniz, geçmişi inceleyin (Konfüçyüs)



Küçük bir devlet hastanesinde çalışan bu değersiz doktor, Tang'in meydan okuyuşunun büyüklüğünü kavrayabilecek kapasitede değildi. Pekin, doğudan batıya beş bin km, kuzeyden güneye de üç bin km'yi aşan   bir uzunluğa sahip bir ülkeyi yönetiyordu. Ülkenin büyük bir bölümü yerleşime olanak vermeyen dağlarla çöllerden oluştuğu için dünyanın en kuş uçmaz kervan geçmez yerlerinden biri olan Çin'de toprakların sadece yüzde onu tarıma elverişli arazilerle kaplıydı. Nüfusu neredeyse bir buçuk milyardı. Ne var ki bu insanların yalnızca 60 milyonu Komünist partiye üyeydi.

- Pau, "Pusula" dedi. "İki bin beş yüz yıl önce Çinlilerin aklına gelmiş. Kaşık mıknatıs tasından yapılmış ve daima güneye bakarak durur. Batılılar varlıklarını sürdürmeyi zorlukla başarırken Çinliler bu aletlerle denizlerde seyretmeyi öğrenmişlerdi"

-Ev sahibi tahta ve pirinç karışımı bir abaküsü işaret etti. "bu 1500 yaşında; bir bankada veya ofiste hesap makinesi olarak kullanılmış, aradan asırlar geçene kadar Avrupalıların bu aletten haberleri bile olmamıştı. Ondalık sistem, sıfır, negatif sayılar, kesirler, pi sayısı. Bütün bu kavramlar ilk olarak Çinliler tarafından bulunmuştu"

-Ama ilk İmparator kusursuz değildi.
Katı yasalar uygulamış, ağır vergiler koymuş ve hem askerlik hem de inşaat hizmetleri için binlerce insanı zorla çalıştırmıştı. Onun saltanatı sırasında milyonlarca insan ölmüştü. Qin Shi'nin torunları, ilk imparatorun öğütlerine uymayı becerememişler ve köylülerin başkaldırılarının, tüm ülkeye yayılan bir isyana dönüşmesine izin vermişlerdi. Kurucunun ölümünün ardından, İmparatorluk üç yıl içerisinde parçalanmıştı. Yeni bir hanedan başa geçmişti. Han Hanedanı. Torunlarının bugün bile egemen oldukları hanedan.

.... Malone'un biraz bilgisi vardı. İsa'dan iki yüzyıl önce, Büyük İskender'den yüz yıl sonra yaşamış ve savaşan yedi devleti bir imparatorluğa dönüştürüp sonradan onun adından esinlenerek Çin olarak anılacak ülkenin temellerini atmıştı. 20. yüzyıla kadar Çin'i yönetecek hanedanlar silsilesi de onunla beraber başlamıştı. Despot, zalim, ama aynı zamanda vizyon sahibiydi Qin Shi.

....
-Pau Wen, "etrafınıza bakın" dedi. "Çin'in altı bin yıl öncesine dayanan ihtişamının kanıtları burada. Batı uygarlığı henüz yeni başlarken Çin demir döküyor, yaylı tüfeklerle çarpışıyor ve ülkesinin haritasını çiziyordu.
-Ni'nin sabrı tükenmişti. "Bu konuşmanın amacı nedir?"
-"Çin'in MÖ 4. yüzyılda tarım alanında, Avrupa'nın ancak MS 18. yüzyılda ulaşabildiği noktadan daha ileride olduğunu biliyor musunuz? Atalarımız bitkileri sıralayarak yetiştirmeyi, yabani otları çapalayarak temizlemenin gerekli olduğunu, demir pulluğu ve aletleri etkili biçimde kullanmayı dünya üzerinde mevcut tüm kültürlerden daha önce biliyorlardı. O kadar gelişmiştik ki karşılaştırma yapmak bile mümkün değil. Söyleyin, Bakan. Ne oldu? Neden hala o üstün konumumuzda değiliz?"

.... Hizmetkar başını hafifçe eğdi. Ardından da süratli iki bıçak darbesiyle, adamın testisleriyle penisini vücuduna yakın bir yerden keserek görünürde hiçbir şey bırakmadı.
Görüntüler karşısında yaşadığı şoku gizleme çabası içine girmeyen Ni, "Ne... neydi bu?" diye sordu.
"Tarihimizde binlerce kez gerçekleşmiş bir tören" Pau duraksadı. "Harem ağalığının yaratılışı."
.... Sistem son derece başarılı olup kökleşmişti; bu tür devamlı ve samimi işbirliği, harem ağalarının karşılarına kolay fırsatlar çıkarıyordu. Çocuksuz olmaları nedeniyle oğullarına aktarabilecekleri bir siyasi güçten yoksun olacaklardı ve zenginlere de ihtiyaçları olmayacaktı.

.... Pau, "En yaygın yorum bize düşmana yem atıp onu tuzağa çekmeyi, sonra da kaçış yollarını tıkamayı öğütler" dedi. "Farklı düşmanlar, farklı yemlerle cezp edilirler. Açgözlüler kazanç vaadiyle kandırılırlar. Kibirliler, zayıflık belirtisiyle. Esnek olmayanlarsa kurnazlıkla. Siz hangisisiniz, Bakan?"

.... Pau, "Bakan" dedi. "Benim zamanımda Çin'de tam anlamıyla bir kargaşa yaşanıyordu. Mao'dan önce de onun ölümünden sonra da devletin vizyonu yoktu, başarısız olan bir programdan bir diğerine atlıyordu. Den Xiaoping'in ülkeyi en sonunda dış dünyaya açması cesur bir hamleydi. Belki başarılı olma şansımız olur diye düşünmüştüm. Ama değişim şansı yoktu. Tiananmen Meydanı'nda bir öğrencinin tek başına bir tankın karşısına dikilmesi, bütün dünyanın beynine kazındı. Yirminci yüzyılın belirleyici görüntülerinden biriydi. Siz de iyi bilirsiniz."

.... 2. Dünya Savaşı sırasında, Almanya'ya petrolün önemli miktarını Romanya ve Macaristan'daki rafineriler sağlamıştı. 1944 yılında o rafineriler kayıtsızca bombalanmıştı ve savaşın o bombardımandan kısa süre sonra sona ermesi tesadüf değildi. Stalin, kelimenin tam anlamıyla Almanya'nın petrolünün tükenmesini gözlemliyordu. Rusya'nın her zaman kendine yeteceğine kesin olarak karar vermişti. Petrole olan bağımlılığı, her ne olursa olsun kaçınılması gereken feci bir zayıflık olarak görüyordu."
"Dünyanın geri kalanının aksine, biz de dahil olmak üzere, Stalin bunu nasıl başaracağını öğrenmişti. Yanıtı ona Nikolai Kudryavtsev adında bir profesör sunmuştu"
Malone bekledi.
"Kudryavtsev petrolün fosillerle uzaktan yakından alakası olmadığını varsayıyordu."
"Kudryavtsev petrolün biyotik, yani bir zamanlar canlı olan mekanizmaların türemiş olmadığını, inorganik, basit anlamında, yeryüzünün sürekli oluşturup sızdırdığı ilkel bir madde olduğunu söylemiş."
"Aynı şey Meksika Körfezi'nde bizim de başımıza gelmiş olabilirdi. 1972 yılında, bir buçuk km.'den daha aşağıda bir yerde bir alan bulunmuştu. Oradaki rezerv şaşırtacak kadar yavaş bir hızla azalıyor. Keza Alaska North Slope'taki alanlar da öyle. Jeologların kafalarını karıştırıyor."
Bu petrolün alanlarının kendilerini yeniden doldurduklarını mı söylüyorsun?
Stephanie başını salladı. "Bana etraftaki kayaların faylaşmalarına bağlı olduğu söylendi. Körfez'deki alanda, okyanus tabanı derin yarıklarla kesilmiş. Bu da teorik olarak basınçlı petrolün derinlerden yüzeye doğru hareket etmesini sağlar. Başka bir şey daha var."
....."biyotik petrol yüzeyseldir. Yüzlerce veya birkaç bin metre derinlikte bulunur. İnorganik petrolse çok daha aşağılarda. Organik maddelerin yüzeyin bu kadar altında bulunmaları, bilimsel açıdan imkansız olduğu için o petrolün başka bir kaynağı olmalı. Stalin, petrolün varlığıyla ilgili bu yeni kuramın kanıtlanabilmesi durumunda, Sovyetler Birliği'nin olağanüstü bir stratejik üstünlük sağlayabileceğini anlamıştı. Daha 1950'lerin başında, petrolün politik açıdan önemli bir rol oynayacağını öngörmüştü."

"1950'li yıllarda araştırmayı yapan ekibin yanılmamış olduğunu ve ta başından beri orada petrol bulunduğunu nereden biliyoruz?"
"Tekrar oluştu. Kuzey Rusya'daki Kola Yarımadası'nda. Fosil yakıtı teorisi çerçevesinde petrol üretiminin olamayacağı düşünülen başka bir yerde. Ruslar buna rağmen on km derinliğe kadar kazdılar ve metan gazına rastladılar. Böyle bir derinlikte, granit kayalarda metan bulunacağına hiç kimse inanmıyordu. Fosil yakıtı teorisi bu bulguyu kesinlikle desteklemiyordu, ancak orada tam da Sokolov'un tahmin ettiği gibi gaz vardı"
"Ve Washington en sonunda bütün bunlarla ilgilenmeye başladı."

.... Stephanie, "Eğer Tang'in elinde sınırsız petrol olursa" dedi, "biz elimizde kalan az miktardaki baskı unsurunu kaybederiz. Bu aralarda dünya döviz piyasalarının kontrolü neredeyse Çin'in elinde. Çin'in petrol kuyuları sonsuza kadar akarsa başkalarının neleri umursadıklarına, ne düşündüklerine aldırış etmeden ekonomilerini istedikleri gibi değiştirecekler, istedikleri politikaları uygulayacaklardır."

.... Fosil yakıtı teorisine göre, Çin'in dünyada var olan petrol rezervlerinin sadece yüzde 2.1'ine sahip olduğunu biliyordu. Birleşik Devletler yüzde 2.7, Rusya yüzde 7, Ortadoğu yüzde 65. Bakan yardımcılarından biri, kısa bir süre önce Arap hakimiyeti konusunda yapılabilecek hiç bir şey yok, diye bir uyarıda bulunmuştu. Tang aynı görüşte değildi. Her şey ne bildiğinize bağlıydı.


Yazarın Notları'ndan;
Şimdi gerçeklerle kurguları birbirinden ayırma zamanı
-Kitaptaki bütün bilimsel keşifler, yeni yöntemler ve buluşlar gerçeklere dayalıdırlar. Çin bir zamanlar dünyanın teknoloji önderiydi. Aralarında elverişli bir alfabenin olmaması, Konfüçyüslük ve Taoizm etkileri ve başa geçen her yeni hanedanın, kendisinden öncekinin kalıntılarını ortadan kaldırma eğiliminin de bulunduğu etkenlerin, yalnızca ideolojik duraklamaya neden olmakla kalmamaları, aynı zamanda kültürel bir bellek yitimine de yol açmalarıyla birlikte, 14. yüzyıl civarında bu üstünlük durumu da değişmiştir. 
-Çocuk çalma olayları ne yazık ki, Çin'e musallat olmuş bir hastalıktır. Her yıl sayıları 70 bini aşan, çoğunluğunu da küçük erkek çocukların oluşturduğu çocuk kaçırılmakta ve erkek evlat özlemiyle yanıp tutuşan ailelere satılmaktadırlar.
-Konfüçyüslük ve Legalizm arasındaki tartışmalar 3 bin yıl tüm şiddetiyle sürmüştür. Birbirleriyle rekabet eden bu iki felsefeden biri, saltanat süren her hanedanı belirlemiştir, komünistlerinkini de.
-Ba yüzlerce yıl önce ortaya çıkmıştır. Hegomanya, Ba ve Legalizm hakikaten doğru olarak anlatılmıştır. Hegomanya Çin'e özgü, ülkenin ulusal bilincini uzun zamandan beri, Batı'nın anlamakta zorlandığı şekilde açıklayan bir kavramdır. Ve Karl Tang'in 24. Bölümde fark etmiş olduğu gibi Totalitarizm Çinlilerin buluşudur.
-Harem ağaları Çin tarihinde önemli rol oynamışlardır. Harem ağaları dünyanın başka hiçbir yerinde bu denli siyasi güç sahibi olmamışlardır. Kitap boyunca sözü edilen tarihçeleri ve hadım edilme süreçleri gerçeklere dayanmaktadır.
-İki işkence yöntemi kullanılmıştır. Birincisi, acı kırmızı biberle haşlama, ikincisi de farelerle. İki yöntem de Çinliler tarafından icat edilmiştir.
-Başkan Mao'dan alıntılar ya da Küçük Kırmızı Kitap, 7 milyar kopyayla tarihin en çok basılan kitabıdır. Bir zamanlar her Çinli bu kitabı yanında taşırdı.
-Çinliler 2500 yıl önce çeşitli yöntemlerle petrol sondajı yapmış ve böylesine bir başarıya ulaşabilmiş tek ulus olmaları inanılmazdır. Çinliler yalnızca ham petrolü bulmamışlar, doğal gazı da bulmuş ve bunları günlük yaşamlarında kullanmışlardır. Çin'in günümüzde petrole bağımlı olması ve muazzam miktarlarda petrol alabilmek amacıyla yabancı ülkeleri yatıştırma politikası gerçektir. Rezervlerinin az olması ve ülkeden uzakta olan iki boğaza yapılacak basit ablukanın, Çin'i dize getirecek olduğu stratejik bir zayıflıktır. 
-Biyotik ve abiyotik petrolle ilgili tartışmalar gerçektir, günümüzde de sürmektedir. Petrol çürüyen organizmalardan mı elde edilir, yoksa yeryüzü tarafından doğal olarak mı üretilir? Bir kaynak sınırlı, bir kaynak sonsuzdur. Stalin'in teşvikleriyle Ruslar 1950'lerde abiyotik petrol kuramına öncülük etmişler ve bu teoriden yararlanarak fosil yakıtının kesinlikle olamayacağı yerlerde petrol çıkarmaya devam etmişlerdir. 
-Raymond Learsy 2005 tarihli Over The Barrel adlı kitabında, "Hiçbir şey kalıcı değildir: ne şöhret, ne servet, ne güzellik, ne aşk, ne güç, ne gençlik, ne de yaşamın kendisi. Egemen olan kıtlıktır. Buna göre kıtlık -ya da daha doğru deyişle kıtlık algısı- manipülatörler için fırsatlar yaratır" diye yazmıştır. Bunun en iyi örneği kendi yarattığı kıtlıktan fahiş miktarlarda kazanç sağlayan OPEC'tir. Ancak Learsy kuşkuya yer bırakmamaktadır. O ve pek çok kişi, hatta Ruslar bile ikna olmuşlardır. Petrol kıt değildir. Biz yalnızca kıt olduğundan korkarız.



20 Nisan 2013 Cumartesi

Sıfatsız




Sıfatsız (Umut Sarıkaya'dan) 

silik biriyim ben. sesim zaten pek çıkmaz. hani bazen çok uzun süre sustuktan sonra biri bir şey sorunca cevap verirken, ses tonumuzu ayarlayamayız, sesimiz osuruk gibi çıkar ya işte ben o ses tonunda konuşurum. anlattıklarım çok da matah şeyler değildir ama anlatmak isterim. tam anlatmaya başlayıp "iyi gidiyorsun oğlum, hadi şu son cümleyi de bağlarsan, aklını alacaksın onun" diye düşünürken, karşımdaki "abi biraz yüksek sesle konuş, ne diyorsun anlamıyorum" der. orospu çocuğu nasıl da büyük bir rahatlıkla söyler bunu. başlarım en baştan "abi diyorum ki..." diye anlatmaya. o kadar silik bir insanım ki kurduğum cümlelerde bile doğru düzgün özne yoktur. özne ortaya çıkmaz, özne bile kaçıp saklanır, gizli öznedir. dolaylı tümleçle, zarf tümleciyle kur cümleyi, anlat anlatabilirsen derdini. 

dün bütün olanlara rağmen Bengü'ye onu çok sevdiğimi söylemeye gittim. kim gitti? ben gittim(g.öben). bok gittim! bugün bir minibüste bile şoför "birader sen geç, buraya otur da yer açılsın" diyerek para kutusunun yanına, minibüstekilere karşı seni oturttuğu zaman zor duruma düşüyorsun, insanların yüzüne bakamıyorsun, Bengü'nün suratına nasıl bakacaksın.

yalnız sesim değil, tipim de siliktir. normal adamım. bana benzeyen binlerce insan var sokakta... hiç dikkat çekici bir suratım yok. "sokaktan adam geçti bir tane" deriz ya, özelliksiz adam, başında herhangi bir sıfatı olmayan adam, işte ben oyum. dümdüz adam! bu özelliksiz suratımın işe yaradığı da oldu tabi. okul hayatımda ve askerlikte çok rahat ettim. hiç hoca veya komutan bana kafayı takmadı. nasıl taksınlar ki ismi bile ezberlenmeyen, hiç ismiyle hitap etmedikleri, en fazla 'evladım' veya 'oğlum' diye çağırdıkları, hayatlarında hiç iz bırakmadan gelip geçen biriyle kim, niye uğraşsın ki...

tamam, biraz abarttım. itiraf ediyorum, bir ara, üniversitedeyken gerçekten ortamın merkezi olmuştum. merkezdeki kişi bendim. hem de iki güzel kızla bardaydık. kulaklarımla duydum, benden bahsediyorlardı, orijin bendim. "şu çocuk seni kesiyor" diye arkadaşına gösterdi biri, kestiğim kız ise 'hangisi' diye sordu. "şu gözlüklünün arkasındaki" dedi. kestiğim gülümsedi. üniversitedeyken gözlük takardım, artık lens takıyorum, temiz tutarsan valla büyük kolaylık... elveda eski kestiğim.

silik, utangaç ve iki kelimeyi yan yana getiremeyen biri olduğunda insan, dahi filan olmayı bekliyor ama bende o da yok. çok susup, sabit gözlerle bir nesneye bakınca biri görse "kim bilir içinde ne fırtınalar kopuyordur, ne savaşlar veriyordur, zihinde ne kaleler yıkıp, ne devletler kuruyordur" diye düşünür ama bende vallahi o da yok. neye bakıyorsam onu düşünüyorum. mesela ekmeğe mi bakıyorum 'ekmek' yazıyor düşünce balonumda. silik olmam dahi veya duygusal olmam anlamına gelmez. bana benzeyen birinden hoşlanacağım anlamına ise hiç gelmez. aksine nefret ederim benim gibi silik insanlardan, fellik fellik kaçarım. onlarla gezmek, tanışmak, içki içmek, dertleşmek istemem. hatta kendi halime tipime bakmadan aşağılarım onları, 'mih mih mih' diye gülerken o, "acaba ben de mi böyle gülüyorum" diye düşünerek, tiksinirim gülüşünden. kendim gibi bir insan daha niye isteyeyim ki.


aşık olduğum zaman çok güzel kızlara aşık olurum. 'niye aşık oldun?', 'çünkü çok güzel' işte bu kadar basit.

yakışıklı ne acayip di mi? ben de yürüyorum, o da yürüyor. ağzı var yemek yiyor, eli filan da var, aynı benim gibi. düşününce totalde aynıyız. ama o yakışıklı. birşey yapmasına gerek yok, dursa yeter. ağzını açtığı zaman herkes onu dinler, saçmalama kredisi sonsuzdur. senin bir tip yakışan saçın vardır, onun hepsidir. kazıt o saçını senin çıksın topatan kavunu gibi kafan ortaya, o ise yine yakışıklı. bir de bu durumun farkında değil gibi orospu çocuğu, ben ise hayatım boyunca bir jöleden çok şey bekledim. turistin mavi gözlü sarışın çocuğunu sevdiğimiz gibi, 32 yaşında olmamıza bakmadan 4 yaşındaki çocuğun etrafına toplanmamız, onu güldürmeye çalışmamız gibi severiz, utanmasak elimizi çocuğun omzuna atıp, "ben ulrih'leyim siz hepinizsiniz var mısınız lan maça" dememiz gibi ucundan eklenmeye çalışırız yakışıklıya. 



okurlar biz sıramızın gelmesini çok bekledik. ve ne olduysa oldu devran döndü, rüzgar bizden tarafa esmeye başladı. haber geldi, 'samimiyet' bayrakları açılmış toplumda. samimi olmak prim ediyor dediler... sorduk; "nasıl yani? sadece samimi olmak yetiyor mu?" "evet abi. ne olursa olsun samimi olsun deniyor ortamlarda. cahil de olsan, aptal da olsan... yahu konuşturmayın adamı işte! samimice itiraf etmek yetiyor işte, anında prim yapıyor." dendi. çıktık yuvalarımızdan. zaman artık bizim zamanımızdı, beklediğimiz gün gelmişti. en önden ben koştum. anlattım başımdan geçenleri, aptallıklarımı. bence etkileyici bir üslupla sunulmuş, içi de komik şapşallıklar barındıran hikayelerdi. bir iki etkilenme olunca, bir tane daha anlattım. 'sevimli şapşal şey' damarımı iyice eşeledim, anlattıkça anlattım. en mahremlerine kadar, altıma sıçmalı anılara kadar bir bir anlattım. yakışıklı arkadaşım Efe ise birkaç 'sosyal beceriksizlik' anısını anlatıp, 'inanmıyorum Efe. çok sevimliymişsin' nidaları eşliğinde bu samimiyet rüzgarından çok güzel ekmek yedi. Efe sayesinde tanıştığım kızlarla bağlantım ise ileriye yönelik beklentiler içerisinde sürdü. Efe'nin eski takıldığı kızlardan biri Bengü'yle bir gün Beşiktaş’ta karşılaştık. nasıl olduysa beni tanıdı. ne istiyordu bu Bengü benden, sadece güzel olması bile ona aşık olmama sebepken bir de benim farkımda olması... yoluna mı atayım kendimi, yoksa şaki olup dağa mı çıkayım, bunu mu istiyor benden? "sen Efe'nin arkadaşısın di mi?" dedi. başımı sallayarak onayladım. "Efe anlatmıştır biz ayrıldık onla" dedi. 'vay be ben evde oturup kalemle mandalina liflerini tırnaklarımla sökerken insanlar neler yaşamış.' diye içimden geçirdim ve acı acı gülümsedim. Efe'yi hala çok sevdiğini filan söyledi. 'ulan Efe'yi dedem de sever, yakışıklı, zengin çocuk, beni sevsene.' demek istedim, diyemedim. gözleri dolmuştu, benimkiler de doldu. sonra toparlanmaya çalışarak her şeye rağmen gülümsedi. "neyse saçmalıyorum işte. boş ver beni. sen ne yapıyorsun? yürüyelim mi işin yoksa?" dedi. yürüdük. "sen hep susuyorsun. anlatsana kendini" dedi. boş ver manasında başımı salladım. gerçekten de anlatacak bir şey aklıma gelmiyordu. "ama gerçekten merak ediyorum. her insanın bir hikayesi vardır" dedi. karşılaşmadan önce 'ağzıma bakalım şu çubuk krakeri enlemesine sokabilecek miyim' diye bir deney yapıyordum ve karşılaştığımdan beri ağzımda enlemesine duruyordu o kraker. önce onu yedim. sonra bütün gücümü toplayıp, bütün samimiyetimle 'göğüslerin çok güzelmiş' dedim.

9 Nisan 2013 Salı

Yalnızlar


Yalnızlar'dan (Tarık Buğra)

Mutluluğun bir ameleliği olduğunu kavrayamayan Hürrem ile Murat!

....Taksim-Harbiye arasını iki kere adımladı. Bir türlü karar veremiyor, daha doğrusu, her zaman olduğu gibi, karar vermeyi düşünmüyordu: Her zaman olduğu gibi şimdi de Murad Kervancı'yı düşünceler değil, istekler ve isteklerine karşı duran çekingenlikler, hayalden doğan ümitler ve bu ümitleri, doğuşlarıyla birlikte sarıveren endişeler tereddüde düşürüyordu.

....Bu yüzden arkadaşlarını, akrabalarını, anasını, babasını ve Hürrem'i kaybetmişti. Oysa, yani aslında, sadece bunlar için yaşamaktan hoşlanıyordu o: Bir şey olmak, bir şeyler kazanmak istemişse, onlara armağan edebilmek içindi bu. Anlayamadığı şey, kimsenin kendisinden Kaf Dağı yolculukları beklemediği ve istemediği idi. Aldanışı ve dramı, sevgilerini aşırı derecede yükseltmesinden ileri geliyordu. Sevgilerini, özellikle de Hürrem'i o kadar büyütmüştü ki, kaybetmesi önlenemezdi.

....Fransızların ünlü bir askeri vardı: Mareşal Lyautey. Mareşal emekliye ayrıldıktan sonra, Sömürgeler Sergisi'nin yüksek komiserliğine getirilmişti. Sergi kapandı, yani bu görevi de bitti. Eşine,dostuna; "Bakalım şimdi ne yapacağız?" diyor, onlar da; "Hükümet elbette size bir iş bulur" diye cevap veriyorlardı. Böylece epey zaman geçti ve Mareşal de, bu konuşmaların birisinde; "boyuna bulur bulur diyorsunuz. Azizim, bütün bunlar çok iyi şeyler; ama ben doksan bir yaşıma basıyorum. Eğer kendime yeni bir meslek yapmak istiyorsam işe derhal başlamalıyım" dedi. 
Doksan bir yaş ve yeni bir meslek, yani hayatla yeni bir bağ kurmak için bu iştiyak! Hayatın fatihi olmak, hiç değilse hayat döküntüsü olmamak için işte bu iştiyak, bu idrak gerekti.

...."Düştüğün yerden bir avuç toprakla kalkacaksın" derdi: Bir kavgada yenilişi, bir kavganın kaybını ikinciye başlangıç yapmak ve yenilişlerden, kayıplardan birşeyler kurtarabilmek! Önemli olan bu hırs, bu irade, bu enerji idi. Hayat bu idi.

....Hüseyin bey acı acı güldü:
-ne kolay konuşuyorsun. Olur mu artık? İnsanın içinde bir şey vardır; bir şey. Kopar mı, kırılır mı, zedelenir mi? bir şey olur işte... Ondan sonra dünyaları versen de o, o ışığı, o cıvıltıyı bulamazsın artık. Artık olur mu?

....Sesi şimdi çok uzaklardan geliyor gibiydi; sanki çok uzaklarda ve görünmeyenlere, görülemezlere söylüyordu. Söyleyen de, sanki, kendisi değildi:
-şimdi külrengi bir boşluk içerisinde geçilecek çok uzun bir yolumuz var. Dürüst ve çok cesur olmamız lazım. Hazır hiç bir şeyimiz yok. hiç bir şeyimiz kalmadı: Adem ile Havva gibi.  Sustu. için çekti. Sonra;
-bütün duyguları yeniden keşfetmemiz, yeni bir dünyanın... ve hayatın ameleliğini yapmak zorundayız. Adem ile Havva gibi.   Kendisini -hiç istemediği halde- tutamadı, gene içini çekti:
-renksiz sınırsız bir boşluk! Bir boşluk içindeyim dedin. Renksiz, sınırsız... ve.. elbette, korkunç bir boşluk. İkimiz için de. Ve bir hiç için. Bizi saran ve içimizi kaplayan bu boşlukta el ele.. dürüst ve cesur.. yeniden olmak için!    gene sustu. ama az sürdü bu sefer. Silkindi. Sesi de değişmiş, gücünü ve inancını bulmuştu;
- Ben, dedi, bu kaderden yılmıyorum. Sen de, gözün kesiyorsa, yapabileceksen bu ameleliği, gel.


Goriot Baba


Goriot Baba'dan (Balzac)

elbiseler kadını güzelleştirir, mutluluk ise şiirleştirir.

- fakat sen hayata girerken herkesin karşısında duran meseleyi ele alıyorsun ve gördüğünü kılıçla kesmek istiyorsun. Azizim, bu suretle hareket etmek için İskender olmak lazım; yoksa insan zindana gider. Benim için istikbal ancak ve ancak babamın yerini almaktan ibaret olacaktır, fakat taşrada geçireceğim mütevazi hayatı düşünerek kendimi bahtiyar hissediyorum. İnsanın arzuları geniş bir toplum içinde olduğu kadar en küçük muhit içinde de tatmin edilir. Napolyon iki kere akşam yemeği yemezdi. Ve Capucin Hastanesi'ndeki bir tıp öğrencisinin sahip olduğundan fazla metresi yoktu. Azizim, bizim saadetimiz daima ayaklarımızın tabanı ile kafamızın arasında kalacak, bu ister bir milyona ister yüz franka mal olsun, ruhumuzda bunların yankısı aynı olacaktır.

-Fakat kendisine saadeti borçlu bulunduğumuz kimse ile her şeyi paylaşmak tabii değil midir? İki insan birbirine her şeyi verdikten sonra bu her şeyin bir parçasına kim ehemmiyet verir? Para ancak his ortadan kalktığı zaman önemli bir madde halini alır. Bütün bir hayat için bağlanmış değil miydik? Ebedi bir aşk yemini ediyorsunuz, böyle iken ayrı menfaatler görülebilir mi?

....delikanlıların hemen hepsi, görünüşte tarifi imkansız olan fakat hikmeti kendi gençliklerinden ve kendilerini zevke saldırtan hırsın derecesinden ileri gelen bir kanuna tabidirler. Zengin yahut fakir olsunlar, hayatın aniden ortaya çıkan zaruretlerine karşılık olmak üzere hemen hiçbir zaman paraları bulunmaz. Halbuki keyifleri için daima para bulurlar. Meseleyi net bir şekilde tayin etmek için söyleyeyim ki, bir talebe, elbisesinden çok ziyade şapkasına itina gösterir. Bir tiyatronun balkonuna oturmuş delikanlı güzel kadınların dürbününde baş döndürücü yeleklerle arz etmekle beraber, çoraplarının bulunduğu şüphelidir.

....Rastignac oradan saat beşe doğru Madam de Beauseant'ı seyahat arabasında gördükten ve en yüksek insanların da kalp kanunlarının dışında olmadıklarını ve kedersiz yaşamadıklarını ispat eden yaşlı busesiyle öpüldükten sonra ayrıldı.

....Madam de Beauseant kaçıyor, bu ölüyor. İyi insanlar bu dünyada uzun zaman kalamıyorlar. Yüksek ve asil duyguların adi ve uçarı bir cemiyet içinde yaşamaları nasıl mümkün olabilir?

İhtiyar yattığı yerden doğrularak bu sözlere mukabele etti:
-İkisi de gelmeyecek! İşleri var, uyuyorlar, gelemeyecekler, biliyordum bunu. Evlat denen şeyin ne olduğunu anlamak için ölmek lazımdır. Ah dostum! Evlenmeyin, evlat sahibi olmayın! Siz onlara hayat verirsiniz, onlar size ölüm verirler. Siz onları hayata sokarsınız, onlar sizi hayattan kovarlar. Hayır gelmeyecekler! Bunu on yıldan beri biliyorum. Bunu kendi kendime bazen söylerdim. Fakat inanmaya cesaret edemezdim.
-Ah eğer zengin olsaydım, eğer servetimi muhafaza etseydim, bu serveti kendilerine vermiş bulunsaydım, şimdi burada olurlardı. Yanaklarımı öpmeye doyamazlardı! Bir konakta otururdum, güzel odalarım, uşaklarım, benim için yakılmış ateşim olurdu; kendileri, çocuklarıyla beraber burada bulunur ve ağlaşırlardı. Bin türlü saadetlere, bu ihtimamlara mazhar olurdum. Fakat şimdi hiçbir şeyim yok. Para her şeyi temin ediyor. Hatta kız evlatları temin ediyor. Ah param nereye gitti? Bırakacak hazinelerim olsa kızlarım yaralarımı sararlardı, bana bakarlardı, kendilerinin seslerini duyardım, yüzlerini görürdüm. Ah sevgili çocuğum, biricik evladım; şu baştan atılmış halimi, şu sefaletimi tercih ediyorum. Hiç değilse bir talihsiz adam sevildiği zaman sevildiğinden tamamıyla emin olur.

....cenaze arabası gelince Eugene tabutu kaldırdı, açtırdı ve Delphine ile Anastaisa'nın genç ve tertemiz oldukları ve kendisinin can çekişirken dediği gibi ukala olmadıkları zamana ait bulunan hatırayı adamcağızın göğsü üzerine büyük bir saygıyla koydu.

....Yalnız kalan Rastignac mezarlığın yukarı kısmına doğru birkaç adım yürüdü ve Sen'in iki sahili boyunca kıvrılmış yatan ve ilk ışıkları yanmaya başlayan Paris'i çamurlara bulanmış gibi gördü. Rastignac'ın gözleri Vandom Meydanı Kulesi ile Envalid'ler kubbesi arasındaki yere, içine girmeyi istemiş olduğu kibar alemin yaşadığı semte hırsla takıldılar. Vızıltıları yükselen bu arı kovanına balını şimdiden emmeye başladığını hissettiren bir bakış gönderdi ve şu muazzam iddialı sözleri söyledi:
-Şimdi karşı karşıyayız. Müsabakamız var!!