Acılar o kadar dayanılmaz bir hal alır ki, aşk ateşi daha büyük bir ateşle bitirilir.
- Evet, dedi, layık olan mesut olur; yahut Goethe'nin dediği gibi layık olan kazanır ve kazanamayan layık değildir.
Sabahleyin Süreyya'nın sesini işitip uyandığı zaman hemen yeni uyumuş gibi idi; o kadar başı küflü, ağır kalktı; fakat panjurları açıp da dışarıdan taze, yeşil, parlak bir nisan sabahı bütün neşe ve taravetiyle (tazeliğiyle) içeri dolduğu zaman bir ferahlık hissetti.
....Necip:
- Bilakis zavallı erkekler, Suat Hanım; bir kadının ne olduğunu anlayanlar için asıl zavallı olan erkeklerdir. Kadın olmayınca bir erkek hayatının ne kısır, ne yağmursuz, tesellisiz bir siyah çöl olduğunu bilseniz... Bunu bir çok erkekler de bilirler de sonra unuturlar... Bir kadının bir erkek hayatına sade varlığıyla nasıl bir şiir-i taravet (tazelik şiiri) verdiğini, ruhu bertaraf etsek bile, yalnız vücut için de nasıl bir büyük hami (koruyucu) olduğunu bilseniz. Demin bana buradaki hayatınızdan bahsediyordunuz, siz her saati geçirmek için saadetler, eğlenceler buluşunuzu anlatırken ben yirmi dört saatlik hayatımın nasıl bir cehennem saati gibi nihayetsiz, sürüklenmez bir hayat olduğunu düşünüyordum. Sadece söyleyeyim ki ölecek derecede bunalıyorum.
....Süreyya lokmasını hazırlamakla meşgul,"Fakat inkar edemezsin ki kadınları nefistir" dedi.
- Evet, hususiyle kaldırımlardan geçerken uzaktan mağaza bebekleri gibi görünce... Beyoğlu tiyatrosunun seyyar aktrisleri... Hepsi öyledir. Asıl hayatlarını oyuncular gibi unutmuşlardır. Onların ruhlarını arayacağınıza kutup keşfine çıkmış olmanız daha hayırlı olur. Bilir misin nefis kadın hangileridir? Temiz ruhlular; sana bunu cidden söylüyorum Süreyya, saadetinin kıymetini bil..
....Suat başını dikişinden kaldırıp kapıdan giren Necip'e bakarak"Ooo, sizde bir hazırlık var?" dedi.
Öbürü eldivenlerini giymekle meşgul, sakin göstermeye çalıştığı bir sesle, "Evet kaçıyorum" diye cevap verdi ve üzüntüsünü göstermemek için birçok işler, gezilecek yerler, çoktan beri ihmal ettiği dostlara dair masalla söylüyor, mecburiyetlerinden bahsediyordu. Halbuki, gerçekte burada kalmak için canını verdiği halde, işte kaçıyordu. Zira artık burada yaşamaya sabır ve tahammülü, kuvvet ve dayanma gücü kalmamıştı. Suat'ın bir zaman kendini mest eden huzuruyla şimdi harap olarak, o kadar yorulmuş, ezilmişti ki, artık bu gece sabaha kadar uyuyamayarak çektiği ateşler arasında kaçmak ona tek kurtuluş çaresi göründü.
...."Ah o beni seviyor, seviyor!" diye tekrarlayarak her düşüncesi bu sözlerde kesilerek yürüyordu; vapur başına gelmişti. "Vakit var" dediler; orada duramadı, hareket lazımdı. Sarıyer'e kadar yürümeyi tercih etti. Tekrar yağmura girdi; karşıdan görenler ıslanmış fesinin püskülü bozulmuş, çamura bulanmış bu gence hayretle bakıyordu. İskeleye geldiği zaman vapur henüz geliyordu. Biletçiye bir mecidiye attı, o soruverdi. "İstanbul mu?" "Evet" dedi. Fakat nereye gidiyordu, bilmiyordu; o bir şey biliyor, bir şey görüyordu: Suat ondan nefret etmiyor, Suat onu seviyordu, evet seviyordu. Buna artık inanmıştı; ve işte hala gözünün önünde o nazarı görüyordu.
....O zaman Suat'a da hayatının şu devresi kendi ömrünün, kendi kadınlık hayatının eylülü gibi geldi. Eylül...Birkaç gün hava ne kadar güzel olsa bu kadarcık fani bir güzelliğe bile minnettar olmak lazım gelen bir ay. İçine birkaç günlük kış hücumundan acı düştüğü için, o güzel havaların, devamlı yazın artık nasıl geçmiş, sade bir mazi olmuş olduğunu hissettiren bir esef ve hasret ayı...Onun hayatı da öyle değil miydi? Son günlerin letafeti ile beraber, şimdi yine imkansızlığa, yine hüzün ve kasvete düşmemiş miydi? Tıpkı şimdi düşündüğü gibi, nasıl yaz elindeki saadetten bihaber geçip ilk kış hücumuyla üzülürse, o da demin anlamamış, üzülmemiş miydi? Tekrar hayatına başlamak arzusu, bugün tekrar yaz olmak emeli gibi değil miydi? Bir senedir onu harap eden endişelerin, melallerin ne olduğunu artık iyice görüyor, "İşte benim eylülüm!" diyordu.
....Evet, her şey çürüyor, her şey... İnsanlar da çürümeyecek mi? Eylül'de sanki bahara özlem çeken bir hüzünlü tazelik, sanki üzerine çöken kışın, kendini mahvetmek isteyen sonbaharın inadına kalıcı olmak, tekrar bahar olmak mücadelesi vardır; fakat bunun için muhtaç olduğu şeylerden mahrum olduktan başka kendisinde de direniş kalmamış ve tabiat bunu anlamış gibi acı bir melal ve tefekkürle; üzerine çöken tenhalığın, matemin acılık mührü ile düşünüyor; sanki ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ne kadar mukavemet ederse etsin, kışın galebe geleceğini, artık her şeyin, her ümidin bittiğini, buna tahammül lazım geldiğini, anlamaktan doğan bir usanç ile giryandır (ağlamaktır). Ne renk, ne rayiha (koku)... İşte yapraklar ölüyor... Rüzgar insafsız, yağmur inatçı, her şey çürüyor, oh, her şey çürüyor...
....Öbür gün Tarabya tepelerine çıktılar. Hava sabahleyin kalın ve kış bulut katmanlarıyla örtülü ve yüklü iken bunların altından öğleye doğru güneş kurtulmuş, hafif bir lodos ile birleşerek bulutları dağıtmış, etrafı yükseldikçe hissolunan ılık bir yaz esintisi ile çevrelemişti. Tarabya'nın at kestaneleri ile, genç kavaklarla çevrili olan İstanbul yolundan yürüyerek yüksele yüksele bütün Boğaz'ı, ta uzakta Karadeniz'i gördüler; Hacı Osman Bayırı'ndan Büyükdere'ye indiler, orada havanın tekrar dönmüş, serin bir rüzgar ile denizin bozulmuş olduğu gördüler ve avdet ettiler (döndüler).
Halbuki Necip bırakıp kaçamadığı için, dayanamayarak, yanarak, ölerek gelip de Suat'ı böyle aşağılanmış, karanlık gördüğü için, kederli görünmemek, şüphe vermemek için deli gibi, bilmeyerek yapıyor, ayrı yaşayamadığı için geliyor, onu öyle bulduğu için ölüyordu. Ve evvela böyle birbirini yanlış anlamaktan başlayan tepki görüşüp izah edilmedikçe yavaş yavaş bağladığı düşmanlık rengiyle o hale geldi ki, bir müddet sonra Suat onu o halde görüp ölmemek için onları yalnız bırakarak kaçmaktan başka çare bulamadı; ve Necip pişman, öfkeli, perişan ve sersem, kah delice şen, sonra zebun (zayıf) ve çökmüş, artık Hacer'e de tahammül edememeye başlıyordu. Sebepsizlik, çaresizlik içinde kudurmak istediği bu cinnet ve hezeyan devrelerinde kendini yiyordu.
....Suat hıçkırıklarla boğuluyor gibi idi. Necip'in sesindeki hararet ve gözyaşı ile bütün bütün sarsılmıştı "Lakin yemin ederim ki.." diye baktı.
Necip yine o acı hararetle gülerek:
-Oh yeminleriniz...diye kesti. Bir sürü masal... Bunları hep biliyorum. Burada Boğaziçi gibi serbest ve rahat olmadığınızdan şikayet edeceksiniz değil mi? Lakin ben sizden o kadar büyük, o kadar çok bir şey mi istiyordum? Haftalarca burada bir nazarınız (bakışınız) için köpekler gibi süründüm. Ve siz benden bir tebessümü, bir nazarı esirgediniz.. İşte sizin yeminleriniz.. Benim hürmet ve bağlılığımdan şüpheniz mi vardı, benim sadakatimde bir kusur mu gördünüzdü? Hayır değil mi? Sade bir sözle, bir işaretle beni temin etseniz, bana sade, "Hala seviyorum, fakat korkuyorum.." deseniz ben sizin için aylarca ateşlerde yanar, saadet ve ümitle beklerdim...
-Fakat siz hiç, hiç bir şey yapmadınız.. Bir nazarınız, bana bir ay elverir, bir tebessümünüz sizden günlerce mahrum yaşamak için kuvvet verirdi, siz bunları esirgediniz ve beni def ettiniz.. Söyleyiniz benim ne kabahatim vardı? Size ben ne yapmıştım?-Size bir kaşane takdim edemem, fakat birbirini çok sevdikten sonra neyin ehemmiyeti kalır diyordum. Aşk her şeyi unutturur diyordum.. Beni gerçekten seviyorsunuz zannediyordum!
....Aşağıdaki merdiven henüz ateşten korunmuş idi, sade yok eden bir duman boğuyor, çatırtıdan, sıcaklıktan bunalıyorlardı, haykırarak merdivenin üst başında bulundular. Selamlık tarafına giden koridor ateş içinde idi. Harem sofası kesif (yoğun) bir dumanla kaynıyor, Süreyya'nın odası köşede duman içinde kayboluyordu. O zaman Süreyya orada içeriye girmeye cesaret edemeyerek "Suat, Suat!" diye haykırdı, Necip kapının önüne kadar koşmuştu, dehşetli bir hararetle boğuluyorlardı, tekrar Necip, "Suat!" diye inledi. İkisine de bir inilti işitiyoruz gibi geldi, fakat ses tırmalayıcı bir çatırtı ile boğuldu, bir fırından fışkıran alev gibi yakarak, eriterek hücum eden duman içinde evvela bir saniye ikisi de tereddüt ettiler, fakat Süreyya, Necip'in vahşetle haykırarak içeri atıldığını gördü, "Necip!" diye koşmak istedi, fakat dehşetli bir çatırtı ile tavanın yıkılıp oda kapısının ateş içinde kaybolduğunu görerek deli gibi geri döndü.
Sabahleyin Süreyya'nın sesini işitip uyandığı zaman hemen yeni uyumuş gibi idi; o kadar başı küflü, ağır kalktı; fakat panjurları açıp da dışarıdan taze, yeşil, parlak bir nisan sabahı bütün neşe ve taravetiyle (tazeliğiyle) içeri dolduğu zaman bir ferahlık hissetti.
....Necip:
- Bilakis zavallı erkekler, Suat Hanım; bir kadının ne olduğunu anlayanlar için asıl zavallı olan erkeklerdir. Kadın olmayınca bir erkek hayatının ne kısır, ne yağmursuz, tesellisiz bir siyah çöl olduğunu bilseniz... Bunu bir çok erkekler de bilirler de sonra unuturlar... Bir kadının bir erkek hayatına sade varlığıyla nasıl bir şiir-i taravet (tazelik şiiri) verdiğini, ruhu bertaraf etsek bile, yalnız vücut için de nasıl bir büyük hami (koruyucu) olduğunu bilseniz. Demin bana buradaki hayatınızdan bahsediyordunuz, siz her saati geçirmek için saadetler, eğlenceler buluşunuzu anlatırken ben yirmi dört saatlik hayatımın nasıl bir cehennem saati gibi nihayetsiz, sürüklenmez bir hayat olduğunu düşünüyordum. Sadece söyleyeyim ki ölecek derecede bunalıyorum.
....Süreyya lokmasını hazırlamakla meşgul,"Fakat inkar edemezsin ki kadınları nefistir" dedi.
- Evet, hususiyle kaldırımlardan geçerken uzaktan mağaza bebekleri gibi görünce... Beyoğlu tiyatrosunun seyyar aktrisleri... Hepsi öyledir. Asıl hayatlarını oyuncular gibi unutmuşlardır. Onların ruhlarını arayacağınıza kutup keşfine çıkmış olmanız daha hayırlı olur. Bilir misin nefis kadın hangileridir? Temiz ruhlular; sana bunu cidden söylüyorum Süreyya, saadetinin kıymetini bil..
....Suat başını dikişinden kaldırıp kapıdan giren Necip'e bakarak"Ooo, sizde bir hazırlık var?" dedi.
Öbürü eldivenlerini giymekle meşgul, sakin göstermeye çalıştığı bir sesle, "Evet kaçıyorum" diye cevap verdi ve üzüntüsünü göstermemek için birçok işler, gezilecek yerler, çoktan beri ihmal ettiği dostlara dair masalla söylüyor, mecburiyetlerinden bahsediyordu. Halbuki, gerçekte burada kalmak için canını verdiği halde, işte kaçıyordu. Zira artık burada yaşamaya sabır ve tahammülü, kuvvet ve dayanma gücü kalmamıştı. Suat'ın bir zaman kendini mest eden huzuruyla şimdi harap olarak, o kadar yorulmuş, ezilmişti ki, artık bu gece sabaha kadar uyuyamayarak çektiği ateşler arasında kaçmak ona tek kurtuluş çaresi göründü.
...."Ah o beni seviyor, seviyor!" diye tekrarlayarak her düşüncesi bu sözlerde kesilerek yürüyordu; vapur başına gelmişti. "Vakit var" dediler; orada duramadı, hareket lazımdı. Sarıyer'e kadar yürümeyi tercih etti. Tekrar yağmura girdi; karşıdan görenler ıslanmış fesinin püskülü bozulmuş, çamura bulanmış bu gence hayretle bakıyordu. İskeleye geldiği zaman vapur henüz geliyordu. Biletçiye bir mecidiye attı, o soruverdi. "İstanbul mu?" "Evet" dedi. Fakat nereye gidiyordu, bilmiyordu; o bir şey biliyor, bir şey görüyordu: Suat ondan nefret etmiyor, Suat onu seviyordu, evet seviyordu. Buna artık inanmıştı; ve işte hala gözünün önünde o nazarı görüyordu.
....O zaman Suat'a da hayatının şu devresi kendi ömrünün, kendi kadınlık hayatının eylülü gibi geldi. Eylül...Birkaç gün hava ne kadar güzel olsa bu kadarcık fani bir güzelliğe bile minnettar olmak lazım gelen bir ay. İçine birkaç günlük kış hücumundan acı düştüğü için, o güzel havaların, devamlı yazın artık nasıl geçmiş, sade bir mazi olmuş olduğunu hissettiren bir esef ve hasret ayı...Onun hayatı da öyle değil miydi? Son günlerin letafeti ile beraber, şimdi yine imkansızlığa, yine hüzün ve kasvete düşmemiş miydi? Tıpkı şimdi düşündüğü gibi, nasıl yaz elindeki saadetten bihaber geçip ilk kış hücumuyla üzülürse, o da demin anlamamış, üzülmemiş miydi? Tekrar hayatına başlamak arzusu, bugün tekrar yaz olmak emeli gibi değil miydi? Bir senedir onu harap eden endişelerin, melallerin ne olduğunu artık iyice görüyor, "İşte benim eylülüm!" diyordu.
....Evet, her şey çürüyor, her şey... İnsanlar da çürümeyecek mi? Eylül'de sanki bahara özlem çeken bir hüzünlü tazelik, sanki üzerine çöken kışın, kendini mahvetmek isteyen sonbaharın inadına kalıcı olmak, tekrar bahar olmak mücadelesi vardır; fakat bunun için muhtaç olduğu şeylerden mahrum olduktan başka kendisinde de direniş kalmamış ve tabiat bunu anlamış gibi acı bir melal ve tefekkürle; üzerine çöken tenhalığın, matemin acılık mührü ile düşünüyor; sanki ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ne kadar mukavemet ederse etsin, kışın galebe geleceğini, artık her şeyin, her ümidin bittiğini, buna tahammül lazım geldiğini, anlamaktan doğan bir usanç ile giryandır (ağlamaktır). Ne renk, ne rayiha (koku)... İşte yapraklar ölüyor... Rüzgar insafsız, yağmur inatçı, her şey çürüyor, oh, her şey çürüyor...
....Öbür gün Tarabya tepelerine çıktılar. Hava sabahleyin kalın ve kış bulut katmanlarıyla örtülü ve yüklü iken bunların altından öğleye doğru güneş kurtulmuş, hafif bir lodos ile birleşerek bulutları dağıtmış, etrafı yükseldikçe hissolunan ılık bir yaz esintisi ile çevrelemişti. Tarabya'nın at kestaneleri ile, genç kavaklarla çevrili olan İstanbul yolundan yürüyerek yüksele yüksele bütün Boğaz'ı, ta uzakta Karadeniz'i gördüler; Hacı Osman Bayırı'ndan Büyükdere'ye indiler, orada havanın tekrar dönmüş, serin bir rüzgar ile denizin bozulmuş olduğu gördüler ve avdet ettiler (döndüler).
Halbuki Necip bırakıp kaçamadığı için, dayanamayarak, yanarak, ölerek gelip de Suat'ı böyle aşağılanmış, karanlık gördüğü için, kederli görünmemek, şüphe vermemek için deli gibi, bilmeyerek yapıyor, ayrı yaşayamadığı için geliyor, onu öyle bulduğu için ölüyordu. Ve evvela böyle birbirini yanlış anlamaktan başlayan tepki görüşüp izah edilmedikçe yavaş yavaş bağladığı düşmanlık rengiyle o hale geldi ki, bir müddet sonra Suat onu o halde görüp ölmemek için onları yalnız bırakarak kaçmaktan başka çare bulamadı; ve Necip pişman, öfkeli, perişan ve sersem, kah delice şen, sonra zebun (zayıf) ve çökmüş, artık Hacer'e de tahammül edememeye başlıyordu. Sebepsizlik, çaresizlik içinde kudurmak istediği bu cinnet ve hezeyan devrelerinde kendini yiyordu.
....Suat hıçkırıklarla boğuluyor gibi idi. Necip'in sesindeki hararet ve gözyaşı ile bütün bütün sarsılmıştı "Lakin yemin ederim ki.." diye baktı.
Necip yine o acı hararetle gülerek:
-Oh yeminleriniz...diye kesti. Bir sürü masal... Bunları hep biliyorum. Burada Boğaziçi gibi serbest ve rahat olmadığınızdan şikayet edeceksiniz değil mi? Lakin ben sizden o kadar büyük, o kadar çok bir şey mi istiyordum? Haftalarca burada bir nazarınız (bakışınız) için köpekler gibi süründüm. Ve siz benden bir tebessümü, bir nazarı esirgediniz.. İşte sizin yeminleriniz.. Benim hürmet ve bağlılığımdan şüpheniz mi vardı, benim sadakatimde bir kusur mu gördünüzdü? Hayır değil mi? Sade bir sözle, bir işaretle beni temin etseniz, bana sade, "Hala seviyorum, fakat korkuyorum.." deseniz ben sizin için aylarca ateşlerde yanar, saadet ve ümitle beklerdim...
-Fakat siz hiç, hiç bir şey yapmadınız.. Bir nazarınız, bana bir ay elverir, bir tebessümünüz sizden günlerce mahrum yaşamak için kuvvet verirdi, siz bunları esirgediniz ve beni def ettiniz.. Söyleyiniz benim ne kabahatim vardı? Size ben ne yapmıştım?-Size bir kaşane takdim edemem, fakat birbirini çok sevdikten sonra neyin ehemmiyeti kalır diyordum. Aşk her şeyi unutturur diyordum.. Beni gerçekten seviyorsunuz zannediyordum!
....Aşağıdaki merdiven henüz ateşten korunmuş idi, sade yok eden bir duman boğuyor, çatırtıdan, sıcaklıktan bunalıyorlardı, haykırarak merdivenin üst başında bulundular. Selamlık tarafına giden koridor ateş içinde idi. Harem sofası kesif (yoğun) bir dumanla kaynıyor, Süreyya'nın odası köşede duman içinde kayboluyordu. O zaman Süreyya orada içeriye girmeye cesaret edemeyerek "Suat, Suat!" diye haykırdı, Necip kapının önüne kadar koşmuştu, dehşetli bir hararetle boğuluyorlardı, tekrar Necip, "Suat!" diye inledi. İkisine de bir inilti işitiyoruz gibi geldi, fakat ses tırmalayıcı bir çatırtı ile boğuldu, bir fırından fışkıran alev gibi yakarak, eriterek hücum eden duman içinde evvela bir saniye ikisi de tereddüt ettiler, fakat Süreyya, Necip'in vahşetle haykırarak içeri atıldığını gördü, "Necip!" diye koşmak istedi, fakat dehşetli bir çatırtı ile tavanın yıkılıp oda kapısının ateş içinde kaybolduğunu görerek deli gibi geri döndü.