12 Ocak 2015 Pazartesi

Açlık



Açlık (Sharman Apt Russel'den)

“Her yere yayılmış olan açlığa verilen toplumsal tepkiler tarihe, kültüre, siyasete, ekonomiye ve kişisel seçimlere bağlı olarak değişkenlik gösterir. Ama sonuçta bu tepkiler vücutta gerçekleşir. Yüzümüz değişir, cildimizin rengi değişir, kalbimiz yavaşlar. Kemiklerimiz zayıflar. Ve çocuklarımıza başka gözlerle bakarız”

Basın toplantısında, Robinson duygusal bir ifadeyle konuştu, “İçsel bir adalet hissim var ve bu derinden yaralandı. Gördüklerim karşısında utanç duydum; utandım, utandım… Vicdani duygularımız neden daha kuvvetli değil?”


Açlık, tarihin kendisi kadar mühim bir konudur. Mısır valilerinden Ankhtifi’nin dört bin yıl kadar öncesinden kalma mezar taşındaki yazıtta şunlar yazılıdır: “Mısır’ın fakirleri öylesine açlık çekiyorlardı ki insanlar artık çocuklarını yiyecek duruma gelmişti.” 1347 yılında, İtalya nüfusunun üçte ikisi açlıktan öldü. 1845-1860 yılları arasında; İrlanda’da bir patates mantarı Büyük İrlanda Kıtlığı’na neden oldu; bu da bir milyon insanın ölümüne yol açtı ve bu olay halen anıtlarla, internet siteleriyle ve İrlandalı göçmenleri Kuzey Amerika’ya getiren “tabut gemiler” adı verilen gemilerle yapılan o yolculukların yeniden canlandırılmasıyla günümüzde hatırlanıyor. Rusya’nın güneybatısındaki Ukrayna’da 1919-1921 yılları arasında yedi milyon insan kıtlık nedeniyle öldü. 1943-1944 yıllarındaki Bengal kıtlığında dört milyon insan öldü. Bilinen en büyük kıtlık ise 1958-1960 yılları arasında Çin’de otuz milyonun üzerinde insan hayatını kaybetti.

… Mide ve bağırsaklardaki sinir sistemi omurilikten daha fazla sayıda sinir hücresi barındırır ve beyinden yardım almadan tamamen kendi başına çalışabilecek kapasitededir: gönderim, alım, mesajları koordine etme, refleksleri başlatma, duyusal bilgilerin işlenmesi ve bu bilgiye dayanarak hareket etme.

… Son yemeğinizin üzerinden otuz altı saat geçti. Glikojen stoğunuzu kullandınız ve şu anda proteininizi yakıyorsunuz; yani vücudunuzdan küçük parçaları. Midenizdeki, yani ikinci beyninizdeki bir tür zeka sinirden köpürüyor. Birinci beyniniz sanki bu fikri protesto ediyormuş gibi başınız ağrıyor. Gözleriniz kuruyor. Kendinizi gergin hissediyorsunuz. Gerginlikten daha öte bir şey. Artık paranızın geri verilmesi ya da bedava checkup umurunuzda bile değil. Lastik bir hortumdan çilek tadındaki sıvıyla beslenmek için can atıyorsunuz.

… Karaciğer en büyük organımızdır. Vücut ağırlığının on beşte birini oluşturur, parlak ve koyu kırmızı renklidir, kendini yenileyebilir ve bir şeylerden başka şeyler üretme yeteneği nedeniyle bazen “büyük kimyasal fabrika” olarak adlandırılır. Bir çok işi aynı anda yapan organdır: filtreleme, temizleme ve kanı depolama; sindirim için safra üretimi; vitaminlerin ve demirin depolanması; sistemin detoksu; glikozun depolanması ve dengelenmesi; proteinden glikoz sentezlenmesi; protein ve yağın metabolizmaya dahil edilmesi.

… Usta Chuang Tzu’nun Taocu hikayesinde, bir marangoz bir çan askısı yapar. Bu askı o kadar güzel durur ki ruhların yaptığı bir şey gibi görünür. Kendisine sorulduğunda marangoz cevap verir:
  “Bir çan askısı yapacağım zaman, onun benim enerjimi tüketmesine asla izin vermem. Aklımı yerinde tutmak için daima oruç tutarım. Üç gün oruç tuttuğumda, artık herhangi bir tebrik ya da ödül arzum, unvan ya da ücret düşüncem kalmaz. Beş gün oruç tuttuğumda, artık aklımda övgü ya da suçlama, yetenek ya da beceriksizlik düşüncesi kalmaz. Ve yedi gün oruç tuttuğumda o kadar durağan bir hale gelirim ki iki kolumla iki bacağım olduğunu, bir şeklim ve bir vücudum olduğunu unuturum. Yeteneğim tamamen odaklanmıştır ve dikkat dağıtıcı tüm dış etkenler yok olup gitmiştir. Ondan sonra dağdaki ormanlara giderim ve ağaçların ilahi doğalarını incelerim. Gerçekten mükemmel bir tane bulur ve ağacın içindeki çanı görebilirsem oyma işine başlarım; bulamazsam bırakırım. Bu şekilce Cenneti Cennetle eşleştiririm.”

… İrlanda’da İngiliz işgaline karşı mücadele eden nasyonalistler de açlık grevi yaptılar. 1917’de bir nasyonalist hapishanede zorla beslendikten sonra hayatını kaybetti. Dublin sokaklarındaki cenaze alayına kırk bin kişi katıldı. 1920’de Cork’un lord olan belediye başkanı yetmiş dört gün yemek yemeden geçen açlık grevinin ardından öldü. Sözleri, gelecekte açlık grevi yapacaklar için mihenk taşı oldu: “En çok acı verenler değil, en çok acı çekenler kazanacaktır.”

… Hindistan 1947 yılında tam bağımsızlığını kazandı. Bedeli ise bölünmeydi. Hindistan içindeki Müslüman liderler, Pakistan devletini kurabilecek yeterlilikte oldukları konusunda ısrar ettiler. Mahatma Gandhi bu ayrılığa itiraz etti fakat bunun gerekli olduğunu anlıyordu. On iki milyondan fazla insan taşınmaya başladı. Hindular ve Sihler yeni Pakistan’dan kaçarken Müslümanlar da karmaşa içindeki Hindistan’dan kaçtılar. Bir dizi cinayet ve katliamda yarım milyon kişi öldü; yanarak, bıçaklanarak, vurularak ya da parçalanarak. Kalküta’da nüfusun yüzde yirmi üçü Müslüman olarak kaldı ve şehirde bir yıldan daha uzun süren dini ayaklanmalar oldu. Gandhi, orada ev sahibi olan bir müslümanın konuğu olarak şehre geldi ve “Kalküta’ya aklıselim yeniden hakim olunca” bitirmek üzere açlık grevine (Mahatma Gandhi toplamda on yedi kez halka açık, sayısız kez de kişisel açlık grevi yaptı) başlayacağını duyurdu. Üç gün sonra polis, yirmi dört saattir herhangi bir şiddet eylemi olmadığını rapor etti. Hindu, Müslüman ve Hıristiyan liderler, tüccarlar ve çalışanlar, barışı muhafaza etmeye söz verdiler. Yüce Ruh bir bardak tatlı limon suyu içti ve Kalküta’da gelecek aylar boyunca kan dökülmedi.

… Açlık grevleri dünyayı değiştirmek ve utandırmak içindir. Açlık grevleri güçsüzü güçlünün önünde, bir kişiyi de diğerlerinin gözünde dengeli bir duruma getirir. Otoritenin gücünün karşısına bedenin kırılganlığını koyar. Beden güçsüzleştikçe, otoritenin gücü de tuhaf bir şekilde zayıflar. Bazen otoriteyi temsil edenler bedenin bu halinden etkilenir. Otoriteye gücünü veren bu kişiler bazen değişikliği dayatanlar olur. Açlık grevi yapanlar soyunur ve çıplaklıklarını dönüştürürler. Sundukları şey, çaresizlikleridir. Sergiledikleri zayıflık ise onların gücüdür.

… 1939 yılının Eylül ayında, Polonya’nın Varşova kenti Alman ordusuna teslim oldu. Bir yıl sonra, Naziler şehrin en fakir bölgesinde 15 kilometrekarelik bir alanda bir Karantina Bölgesi oluşturdular ve bütün Yahudileri oraya kapattılar. Hem Polonya’dan hem de başka ülkelerden on binlerce Yahudi buraya gönderildi. Sonunda neredeyse yarım milyon kişi Varşova’nın gettolarına getirildi ve bir odaya ortalama yedi kişi yerleştirildi. Hiç kimse bu gettodan dışarı izin almadan çıkamıyordu. Tayın bedeli dışında hiçbir yiyecek buraya getirilemiyordu. 1942 yılında işgal altındaki Polonya’da tayın bedeli Almanlar için günlük 2613 kalori, Polonyalılar için 699 kalori ve Yahudiler için de 184 kaloriydi. Bir Yahudi, yemek karnesiyle sadece bir parça ekmek ve bir kase çorba alabiliyordu. Yaklaşık üç yıl boyunca resmi Nazi politikası insanları aç bırakmaktı. Gettonun Alman valisi şöyle diyordu, “Yahudiler açlık ve gereksinimler yüzünden yok olacaklar ve Yahudi sorunundan geriye bir mezarlıktan fazlası kalmayacak.”

… Berson ve Bauman Çocuk Hastanesi zaten getto sınırları içindeydi, o yüzden yer değiştirmesine gerek kalmadı. Yine de koşullar o kadar kötüydü ki bir ziyaretçi şöyle diyordu: “Bu zavallı çocukların hayatlarını daha fazla uzatmamanın daha insancıl olacağı izlenimine kapıldım.” Başka bir ziyaretçi de giriş bölümündeki yüzü, elleri ve ayakları ödemlerle şişip kabarmış beş yaşında bir çocuğu tarif etti. Ölmek üzereyken hastaneye gelmiş. “Çocuk hala dudaklarını hareket ettirebiliyor, yalvarıyor, ekmek istiyor. Ona bir şeyler yedirmeye çalışıyorum. (…) Yazık, boğazı da şişip kabarmış, hiç bir şey yutamıyor, artık çok geç.”

… Judenrat, gettodaki gidişatı yönetmek için kurulmuş bir Yahudi Konseyi’ydi. Araştırmayı başlatan kişi, Judenrat’ın sağlık biriminin başındaki Dr. Israel Milejkowski’ydi. Bir dermatolog olan Dr. Milejkowski projenin metnine kısa bir giriş yazısı yazdı: “Gettonun duvarları arasındaki günlük hayatın en önemli faktörü açlıktı. Belirtileri sokaklardaki bir sürü dilenciden ve yerde öylece yatan cesetlerden oluşuyordu. (…) Doktor meslektaşlarımızdan birçoğu da açlık çekti. Buna karşın, hiç kimse çalışmayı bölmedi ve görev sessizce, alçak gönüllülükle, herhangi bir reklama mahal vermeden tamamlandı.”

… İki hafta sonra Naziler Varşova Yahudilerini büyük gruplar halinde sürgüne göndermeye başladılar. Her ne kadar bunun için seçilen insanlar trenlere doldurulup Treblinka’daki ölüm kamplarına gönderilerek orada gerçekte banyo olmayan yerlere yıkanma bahanesiyle sokulup gazla öldürülseler de Naziler buna “Yeniden Yerleştirme Programı” dediler. Sokak çocukları, incecik sesleriyle ilahiler ve şarkılar söyleyen bir deri bir kemik kalmış dilenciler ilk giden grup oldu. İkinci gün, mülteci kamplarındaki çocukları aldılar. Judenrat’ın başındaki Adam Czerniakow, her gün on bin Yahudi’yi yeniden yerleştirme için hazırlaması istenince ofisine gitti ve bir siyanür kapsülü yuttu. Dr. Milejkowski o sırada o binadaydı ancak tek yapabildiği meslektaşının ölümünü ilan etmek oldu. Tarih 30 Temmuz’u gösterdiğinde yetimhanelerin hepsi boşaltılmıştı. Bazen aralarında oldukça büyüklerin de olduğu çocuk grupları korku trenlerine konmuyor, en yakın mezarlığa götürülerek orada vuruluyordu.

… 1965-66 yıllarında antropolog Colin Turnbull, açlığın kültürleri nasıl şekillendirdiğiyle ilgili en ünlü ve tartışmalı çalışmayı yaptı. Uganda ile Kenya arasındaki kuzey sınırı yakınlarında yaşayan ve açlık çeken, sayıları iki bin civarındaki “Ik” denen Afrikalılar üzerinde yapıldı bu çalışma. Ik halkının yakındaki milli parkta avlanması yasaklanmış ve verimsiz alanlarda yaşamaya zorlanmışlar. Ik halkı, uzun süreli açlığa adaptasyon sürecinde sosyal ilişkilerden ve yapılardan vazgeçmişti; hatta aile ile ilgili olanlardan bile. Her kadın, her erkek ve hatta her çocuk gerçek anlamda kendi başının çaresine bakıyordu. Ne kocalar karılarıyla, ne karılar kocalarıyla, ne anne-babalar çocuklarıyla paylaşımda bulunuyorlardı. Sadece güçlü, bencil ve yırtıcı olan hayatta kalıyordu.

… 1966’daki yazısına, “tıpkı bir mezarlığa girmek gibiydi, iskeletler yerde sürünüyor ve sağlıklı durumda olan kendi zürriyetlerinin sepetlerinden dökülmüş zerreleri toplamaya çalışıyorlardı.” Antropologumuz sık sık yaşlı bir adamı onunla alay eden çocuklardan korumaya çalışıyor ya da az önce ölmek üzere olan bir kadına verdiği yiyeceği çalan bir yetişkin koşarak kaçıyordu. Yaşlı insanların “gözleri ve bacakları” yoktu. Çoktan ölmüşlerdi (Otuz yaşın üstündeki herhangi bir kişi yaşlı sayılırdı. Benzer şekilde, İkinci Dünya Savaşı edebiyatı da yetersiz beslendiği için gerçek yaşının iki katı gibi görünen yetişkinlerin anlatıldığı sahnelerle doluydu.)

… Bir toplumun kendi tarihi ya da kültürü de o toplumun bir kıtlık karşısında vereceği tepkiyi etkiler. Amansız yiyecek kıtlığı sırasında bile Iklar yamyamlığa yönelmediler. Fakat 1932-33 yıllarında, beş ila sekiz milyon Ukraynalının öldüğü, devletin çiftlikleri birleştirdiği ve yetişen ürünü aldığı kıtlıkta, insanlar ve cesetler gizemli bir şekilde kaybolmuştu. Yetkililer sert posterler asmış (“Ölü çocukları yemek barbarlıktır”) ve bütün yamyamlık vakalarını gizli servise devretmişlerdi. Benzer şekilde 1941 Leningrad kuşatmasında iki bin kişi, başka insanları yemekten tutuklandı.

… Çin, açlığın her zaman görüldüğü bir ülke olmuştu. Kayıtlar M.Ö. 108’den M.S. 1911’e kadar toplam 1828 defa kıtlık görüldüğünü belgeliyor. Devlet yetkilileri bu tip acil durumlarla baş edebilmek için ayinsel törenlerden, üretim fazlası yiyecekleri devlete ait ambarlarda muhafaza etmeye kadar çeşitli yöntemler geliştirdiler. Köylüler de stratejiler ve nesilden nesile geçen hayatta kalma yöntemleri geliştirdiler. Evin ne zaman terk edileceğini, çocukların ne zaman köle veya fahişe olarak satılacağını ve hangi bitkilerin yenebilir, hangilerinin zehirli olduğunu bilmeyi kapsayan bir kıtlık kültürüydü bu. M.Ö. 3. Yüzyılda Çin nüfusunun neredeyse yarısının açlıktan ölmekte olduğu bir kıtlıkta, imparator anne-babaların çocuklarını resmi olarak satabileceklerine veya yiyebileceklerine karar vermişti.

… Mao’nun Kültür Devrimi, açlığı sona erdiren reformları yapan parti üyelerini birkaç yıl içinde tasfiye edecekti. Çin haricinde hiç kimse, Çin 1980’lerin ortalarında araştırmacıların diğer hesaplarla karşılaştırabilecekleri nüfus sayımı verilerini yayımlayana kadar felaketin büyüklüğünü tahmin edememişti. Otuz ila kırk milyon arası insan açlıktan ölmüştü. Muhalif Wei Jingsheng’in notları 1980’de Çin’den kaçırıldı ve New York Times’ta yayınlandı: “Komşu köydeki bir arkadaşımın evindeki toplantı sırasında yemek için birbirleriyle bebeklerini değiştiren köylülerle ilgili dehşet dolu hikayeleri duydum. Hepsine acıdım. Bu anne-babaları insan eti tadacak hale kim getirmişti?”

… Dünyada 800 milyon civarında insan kronik beslenme yetersizliğiyle savaşıyor. Yaklaşık bir bu kadar insan da kuraklık veya savaşın neden olduğu ani açlığa karşı savunmasız. Gerçek şu ki benim yapmaya niyetlendiğim hiçbir şey yeterli değil. Tejar’daki (Guatemala) kadının yapmaya niyetlendiği hiçbir şey yeterli değil. Steve Collins’in yapmaya istekli olduğu hiçbir şey yeterli değil. B planı zamanı.

… İlk olarak bir grup İrlandalı dini liderin Biafra’daki 1968 kıtlığında kurdukları Consern Worldwide hakkında konuşuyoruz. İrlandalılar büyük ölçüde yoksul ülkelerdeki misyonerlik görevleri, kısmen de kendi kıtlık tarihleri ve 1845-50 yıllarındaki Büyük Açlık nedeniyle insani yardım alanında uzun zamandır aktifler.

… Açlık ile yaşayan insanların çoğunluğu Doğu ve Güney Asya’da yaşıyor; çoğunluğu Hindistan ve Çin’de olan 505 milyon insan. Kuzey Afrika ve Yakın Doğu’da 41 milyon kronik beslenme yetersizliği, Latin Amerika ve Karayipler’de 53 milyon kişi daha. Sahra Altı Afrikası’nda ise nüfusa oranla en yüksek yüzdeyle 198 milyon kişi. Bu aç insanların yüzde 50’si küçük ölçekli tarım yapan çiftçiler, yüzde 22’si kırsalda yaşayan topraksızlar, yüzde 20’si şehirlerde yaşayanlar ve % 8’i balıkçılar, avcılar ve toplayıcılardan oluşuyor.

… Bu büyük resim. Çoğumuz daha küçük bir resimde yaşıyoruz. Biz de Concern Worldwide, Tejar’daki Amerikalı kadın, ilk adımları çoktan atmış olan insanlar, sahra tuvaleti inşa edenler, kreş kuranlar ve keçi dağıtanlar gibilerine yardım ederek birkaç hayatı değiştirebiliriz. BM Açlık Görev Gücü’nün amaçlarını destekleyen ekonomik ve politik sistemlere ihtiyacımız var. Açlığın sona erdirilmesinin de diğer ulusal sorunlar kadar önceliğe sahip olduğu konusunda ısrarlı olacak liderlere ihtiyacımız var. Eğer gerekirse bu liderleri yetiştirmemiz gerekecek: Bu bizim ahlaki eksikliğimiz.

… Artık Büyük Açlık kaçınılmazdı. Bir yandan, patates hastalığı doğal bir felaketti ve gıda kıtlığı gerçekti. İhracat yasaklanmış ve mevcut olan bütün gıda ihtiyaç sahiplerine dağıtılmış olsaydı bile yeterli olmayacaktı. Fakat Britanya Hükümeti ve İrlanda’nın elitleri etkili bir şekilde müdahale etselerdi çok daha fazla sayıda insan hayatta kalabilirdi. Sonunda, 1845-50 yılları arasında Britanya hazinesi yardım olarak 7 milyon poundun üzerinde bir yardım yaptı. Bu tutar daha önce Batı Hindistanlı köle sahiplerine, kölelerini serbest bırakma bedeli olarak verdikleri 20 milyon pound ve kısa süre sonra 1854-56 yılları arasındaki Kırım Savaşı’nda harcadıkları 70 milyon poundla kıyaslanınca bir tezat oluşturuyordu. Bu kıtlık, kapitalizmin bir başarısızlığı olarak adlandırılabilir. Ekonomik ideoloji baskın çıkmıştı, tıpkı olağan şüpheliler olan açgözlülük, ilgisizlik, cehalet ve korku gibi. (İrlanda her zaman yakındaki bir düşmandı, İngiltere düşmanlarını barındırmaya ve isyana hep hazırdı)

… 1992’de İrlanda Devlet Başkanı Mary Robinson, Somali’yi ziyaret etti. Çocuğunun kundağını bile kaldıramayacak kadar güçsüz düşmüş bir kadının yanına oturdu, yaraları olan ve etrafında sinekler uçuşan hasta bir bebek, ağzının ve gözlerinin üzerinde emekliyordu. Basın toplantısında, Robinson duygusal bir ifadeyle konuştu, “İçsel bir adalet hissim var ve bu derinden yaralandı. Gördüklerim karşısında utanç duydum; utandım, utandım… Vicdani duygularımız neden daha kuvvetli değil?”

Büyük Açlık’tan miras kalan çok şey var: öfke, suçluluk, içsel bir adalet duygusu. Yine de bu kıtlığın hikayesi son derece şaşırtıcı ve bugünkü İrlanda’nın genel durumuna bakılınca bir o kadar umut dolu. Yaşananlardan yüz elli yıl sonra, Croagh Patrick’ten ve Ulusal Kıtlık Anıtı’ndan ayrılarak küçük turist kasabası Westport’a giderseniz, orada en ucuz yatak ve kahvaltıya makul bir fiyat ödersiniz ve önünüze kahvaltıda yiyebileceğinizden çok daha fazlası gelir. Yüz elli yıl sonra İrlanda, Avrupa’nın ve dolayısıyla dünyanın en yüksek yaşam standartlarına sahip ülkelerden biri. Ekonomisine Kelt Kaplanı deniyor. İnsanları maddi açıdan; gıda, miras ve manzara açısından zenginler. Birçok ziyaretçi gibi siz de oradan gitmek istemeyeceksiniz.