Drina Köprüsü (İvo Andriç'ten)
"Onun günahlarını neden affetmeyecekmişim? Hayatında mutsuz oluşu yetmiyor mu ki!"
Unutmak, her acıyı siler, arkada bırakırdı. Şarkı söylemek ise unutmak için en güzel çareydi.
Drina, daha çok sarp dağlar arasındaki dar boğazlarda ya da derin uçurumlar içinde akar. Ancak birkaç yerinde kıyıları geniş vadiler halinde açılır, kah bir kıyısında, kah her iki kıyısında insanların yaşamasına ve tarıma elverişli bazen düz, bazen dalgalı ama bereketli ovalar meydana getirir.
Bu ovalardan biri de burada, tam Drina'nın Butko kayalarıyla Uzanviçka dağlarının arasındaki dar boğazdan ani bir dirsek yaparak meydana çıktığı noktada, Vişegrad'da başlar.
...Bilirler ki, bu köprüyü Sadrazam Sokollu Mehmet Paşa yaptırmıştır ve o, bu köprü ile kasabayı çerçeveleyen şu dağlardan birindeki Sokoloviç köyünde doğmuştur.
...Bu köprünün hayali, belli belirsiz, ilk defa, 1516 yılının bir sabahında, kendisini köyünden alıp ta uzaklara, parlak ve korkunç İstanbul'a götürmek üzere buradan geçirdikleri gün, yakınlardaki Sokoloviç köyünden on yaşlarında bir oğlan çocuğunun kafasında canlanmıştı.
...O yılın Kasım ayında yüklü beygirlerle uzun bir kervanın geceyi geçirmek üzere ırmağın sol kıyısına yerleştiği görüldü. Yeniçeri ağası silahlı askerleriyle Bosna'nın doğu köylerinden belli sayıdaki Hırıstiyan çocuklarını (acemi oğlanlarını) toplamış İstanbul'a dönüyordu. Son gelişinden beri altı yıl geçmiş, onun için bu sefer seçim kolay ve zengin olmuştu. İstedikleri kadar gürbüz, sağlıklı ve zeki çocuk bulabilmişlerdi. Bunların hepsi de 10-15 yaşlarında çocuklardı. Aileler çocuklarını ormana sakladıkları, onlara aptal görünmelerini öğrettikleri halde yine de istedikleri sayıyı bulmakta zorluk çekmemişlerdi.
Toplanan çocuklar küçük Bosna atları üstünde bir kafile halinde yola çıkarılmıştı. Her atın üstünde iki sepet vardı. Ve her birinin içine de bir çocuk yerleştirilmişti. Yanlarında bir çıkın ve birer parça çörek vardı. Baba evinden götürdükleri son tatlıydı bu. Gıcırdayan ve sallanan bu sepetlerden burunlarını dışarı çıkaran körpe ve korkulu yüzler görünüyordu.
...Çocukları ellerinden alınan analar, babalar, kardeşler, saç baş dağınık, nefes nefese atların arkasından koşuyor, İslam yapılmak, sünnet edilmek üzere yabancı diyarlara götürülen çocuklarının arkalarından sürükleniyorlardı. Artık onlar, dinlerini, asıllarını, yurtlarını unutmaya, ömürlerini yeniçeri ocaklarında veya Osmanlı İmparatorluğu'nun önemli başka işlerinde geçirmeye mahkumdular.
...Bu sepetteki çocuğun ileride ne olduğunu bütün tarih kitapları anlatır. Ve dünya onu bizden iyi bilir.
...Radisav'ın başı daha fazla eğildi. Çingeneler üstündeki gömlekle kuzu derisini çıkardılar. Göğsünde zincirlerin açtığı yaralar meydana çıktı. Radisav artık hiç sesini çıkarmadan emrettikleri gibi yüzükoyun yattı. İlkin ellerini arkasına bağladılar. Sonra ayak bileklerine birer ip geçirdiler. Çingenelerden her biri bu ipleri bir yana çekerek bacaklarını iyice ayırdılar. O sırada Mercan da kazığı iki yuvarlak tahtanın üzerine yerleştirdi. Öyle ki sivri ucu tam köylünün bacakları arasına geliyordu. Yerde yatan mahkumun önüne diz çökerek pantolonun iki bacağı arasındaki bölümü kesti ve kazığın adamın vücuduna girebilmesi için geniş bir delik açtı. Celladın işinin bu en feci bölümünü, vücudun bıçağın dokunuşu ile titrediğini, yarıyarıya kalktığını, sonra yine gürültüyle yere düştüğünü görüyorlardı. İş bitince çingene sıçrayarak ayağa kalktı. Yerden tahta çekici aldı ve kazığın yuvarlak tarafına ölçülü, ağır darbeler indirmeye başladı. İki vuruşta bir duruyor, kazığın girdiği vücuda bakıyor, sonra da çingenelere dönerek çok yavaş ipi çekmelerini tembih ediyordu. Köylünün, bacakları ayrık yatan vücudu içgüdü ile kıvranıyordu. Her çekiç vuruşunda bel kemiği katlanıyor, eğiliyor ama ipleri çekince yine dikiliyordu.
İki yana çekilen, tartılan, işkence edilen bu vücuttan, çiğnenen bir tahtadan ve kırılan bir ağaç dalından çıkan sese benzeyen bir çatırtı geliyordu.
İki vuruşta bir, çingene, yerde yatan vücuda doğru eğiliyor, kazığın doğru yoldan ilerleyip ilerlemediğine bakıyor, hayatla ilgili bir organı zedelemediğinden emin olduktan sonra tekrar yerine dönüyor, işine devam ediyordu. ...Bir iki vuruştan sonra, delinen noktadan kazığın demir ucu görünmeye başladı. Bu uç, sağ kulağın hizasına gelinceye kadar daha bir iki darbe vurdu. Adam kazığa artık büsbütün geçmişti. Şişe geçirilen bir kuzu gibi. Ne bağırsakları, ne de ciğerleri zedelenmişti. ... O sırada Mercan adamın yaşayıp yaşamadığını kontrol ediyordu. Gözleri kocaman açılmış, korkuyla bakıyordu. Kalbi boğuk boğuk atıyor, ciğerlerinden kısa ve sık nefesler çıkıyordu.
Plevlieli Abid Ağa'ya yaklaştı. Emirlerinin yerine getirildiğini, mahkumun hala sağ olduğunu, hiçbir organının zedelenmediğini ve daha da yaşayacağa benzediğini söyledi. ... Hava kararmadan, Abid Ağa'nın bir adamıyla Mercan, tekrar Radisav'ın yanına çıktı. Kazığa geçtikten dört saat sonra, hala sağ ve kendinde olduğunu gördüler. Ateş içinde yanıyor, gözlerini güçlükle çeviriyordu. Ayağının dibinde çingeneyi görünce, daha yüksek sesle inlemeye başladı.
...Artık yeryüzünde değildi. Elleri bir yere dokunmuyor, yüzmüyor, uçmuyor, ağırlık merkezini kendi üstünde taşıyor, yeryüzünün bağlarından kurtulduğu için de acı çekmiyordu. Artık hiçbir şey onu etkileyemezdi: Ne tüfek, ne kama, ne kötü düşünceler, ne insanların acı sözleri, ne de mahkemeler...
...Edirne'den Saraybosna'ya kadar bu hanın bir benzeri yoktu. Her yolcu, hayvanları, hizmetkarlarıyla bedava yiyip içmek şartıyla bir gece burada kalabiliyordu. Bütün bunlar da köprü gibi Mehmet Paşa'nın vakıfları arasındaydı.
...Unutmak, her acıyı siler, arkada bırakırdı. Şarkı söylemek ise unutmak için en güzel çareydi. Çünkü insan şarkı söylerken daima sevdiği şeyleri düşünür.
....Farkında olmadan küçük kasabanın felsefesini de orada öğrenmiş oluyorlardı. Hayat anlaşılmaz bir mucizedir, boyuna harcanır, erir, buna rağmen yine dayanır, sürüp gider. Tıpkı Drina'nın üstündeki köprü gibi.
...Daima başkalarının derdi ile uğraştığından kendini düşünmeye vakit bulamazdı. Onun için yüz yıla yaklaşan yaşamının hep sağlık, mutluluk ve refah içinde geçtiğine inanırdı.
...Onlar, o çağda Müslümanlarla Sırplar arasında ne ölçüde bir dostluktan söz etmek mümkünse o derece eski dost ve çocukluk arkadaşıydılar. Rahip Nikola, gençliğinde, Vişegrad Müslümanlarıyla arası açılıp da gizlenmek ve Sırbistan'a kaçmak zorunda kalınca, o zaman kasabada, babası çok nüfuzlu bir adam olan Molla İbrahim ona yardım etmişti. Daha sonraları kasabadaki kargaşalık dinince, iki din arasındaki ilişkiler de düzelmiş ve artık yaşını başını almış olan bu iki adam arasında da bir dostluk başlamıştı. Şaka olarak birbirlerini "komşu" diye çağırırlardı. ...Şakayı seven kasabalılar iyi anlaşan kişilerden söz ederlerken: "Papazla hoca gibi sevişiyorlar" derlerdi. Bu söz atasözü gibi yerleşip kalmıştı.
-Bir felaket oldu mu ortada ispat edilecek bir şey kalmaz! dedi. Kim aklı başındayken hayatına kıyabilir? Kim onu, bir dinsiz gibi, hiçbir rahibin yardımı olmadan bir duvarın dibine gömme sorumluluğunu üstüne alabilir? Hadi git Mösyö! Allah senden razı olsun! Ölüyü hazırlamalarını emret ki, onu hemen gömelim. Hem de mezarlığa.. Başka bir yere değil!
Drajenoviç gittikten sonra şaşırmış olan Rahip Yoso'ya döndü:
-Bir Hıristiyana mezarlıkta bir kabri nasıl çok görebilirsin? dedi. Hem de neden onun günahlarını affetmiyecekmişim? Hayatında mutsuz oluşu yetmiyor mu ki? Hepimizin günahlarının hesabını soracak olan, varsın onun da günahlarının hesabını sorsun!..
...İlk anlaşmazlık ve çatışmalardan sonra yeni hükümet halkın üstünde net bir sağlamlık ve devamlılık izlenimi bıraktı. (Kendisi de bu duygunun etkisi altındaydı. Çünkü böyle olmasa güçlü ve sürekli bir idare kurulamazdı.) Gücünü dolaylı olarak hissettiriyor, onun için de halk onu eski Osmanlı düzeninden daha kolay sindiriyordu. Açgözlülüğünü ve zulmünü, geleneksel biçimlerle bir ağırbaşlılık ve parlaklık maskesi altında gizliyordu. Halk hükümetten korkuyor ama, ölümden ve hastalıktan korkar gibi korkuyor, zulüm, felaket ve fenalık karşısında titrer gibi değil!
...Onun için de halka, sanki etrafında her şey değişmiş, zenginleşmiş ve genişlemiş gibi geliyordu. Ve sanki daha da rahat nefes alıyorlardı. Yeni devlet, iyi bir idare sistemiyle, insanların cebinden Osmanlı idaresinin zorla çektiğini, acısız ve kimseyi sarsmadan çekip alıyorlardı. O kadar ki, halk ödediği vergilerin, yükümlülüğünün belki farkında bile olmuyordu. Böylece Avusturyalılar Osmanlılar zamanından fazla para çekiyor, ama bunu daha kolay, daha çabuk ve daha emin bir biçimde yapıyorlardı.
...Şimendiferin yapılması ile sadece yolculuk ve ulaşım hızlanmadı, hemen aynı tarihte olaylar da hızlandı. Bu hızlanma derece derece olduğundan ve onlar da bunun akışına kapıldıklarından kasabalılar bunu pek hissetmiyorlardı. Halk artık heyecanlı şeylere de alışmıştı. Heyecanlı havadisler onlara işitilmedik müstesna şeyler gibi gelmiyordu. Tersine, bu, günlük bir gıda, gerçek bir ihtiyaçtı. Hayat bir tarafa yöneliyor ve birden hızlanıyordu. Tıpkı engellere çarpıp kayaları aşan ve çağlayan haline gelen bir sel gibi.
...Delikanlı onu, içinde kendini kaybetmeye başladığı o karanlık dünyadan çekip çıkarıyor ve her şeye bir ilaç ve bir çara bulunduğunu insan hayatının gerçeklerine doğru sürüklüyordu. Bu sohbetler Aya Sava yortusundan sonra da sürdü. Kış geçti, bahar geldi. He gün buluşuyorlardı. Zaman geçtikçe, genç kız da kendini topladı, güçlendi, şifa buldu. Ve gençliğine özgü o hızla değişti. Artık herkes Zorka ile Glasinçanin'e sık sık buluşan iki genç gözü ile bakıyorlardı.
Oysa, doğrusunu söylemek gerekirse, kız, Glasinçanin'in evvelce dikkatle dinleyip ilaç gibi içtiği sözlerini artık ilginç bulmamaya başlamıştı. Kimi zaman bu karşılıklı dertleşme ve içini dökme ona ağır geliyordu. Aralarında bu samimiyetin nasıl doğduğuna şaşıyor, kendine adeta kızıyordu. Kimi zaman ruhunu kurtarmış olduğunu hatırlayarak bu sıkıntıyı yenmeye çalışıyor, onu elinden geldiği kadar dikkatle dinliyordu. Tıpkı borcunu bilen minnettar bir borçlu gibi.
...Ama bu sırada ona evet diyemezdi. Onu parça parça etseler yine diyemezdi. Hiç umudu olmadığı halde, o, sevmesini bilmeyen adamı bir kere daha görmek istiyordu. Bir kere daha görsün... sonra ne olursa olsundu!
Nikola beklerdi. Bunu biliyordu. El ele tutuşarak kalktılar ve şarkının geldiği yere inen dik yokuşa saptılar.