27 Aralık 2014 Cumartesi

Korkuyu Beklerken (Babama Mektup)



Korkuyu Beklerken - Babama Mektup (Oğuz Atay'dan)


"Gülümsemenin içindeki sevgiyi demek ki anlatamıyorum."

Sevgili babacığım,

Belki hatırlamazsın ama bugün sen öleli tam iki yıl oluyor. Ne yazık ki bu süre içinde ben daha iyi ve akıllı olamadım; bu fırsatı da kullanamadım. Oysa yıllar önce, bazı zamanlar, sen olmasaydın birçok şey yapabileceğimi düşünürdüm. Şimdi artık suçun kendimde olduğunu görmek zorundayım.

Sana bazı şeyleri anlatamadım. Bir iki yıl daha yaşasaydın ya da dünyaya dönseydin – kısa bir süre için- her şey başka türlü olurdu sanki. Çaresizlik yüzünden birçok şeyin anlamı kayboluyor. Sen olmadıktan sonra sana yazılan mektup ne işe yarar? Fakat ben artık bir meslek adamı oldum babacığım. Yakın çevremde seninle ilgili bir hatıramı anlattığım zaman, “Ne güzel” diyorlar, “Bunu bir yerde kullansana.” Onun için, çok özür dilerim babacığım, seni de bir yerde, mesela bu mektupta kullanmak zorundayım. Geçen zaman ancak böyle değerleniyormuş; insanın geçmiş yaşantısı ancak böylece anlam kazanıyormuş. Ben, seninle ilgili olayları anlatırken aslında senin nasıl bir insan olduğunu belli etmemeye çalışıyorum; aklımca asıl babamı kendime saklıyorum. Sonra da seni anlamadıkları zaman onlara kızıyorum. 

Bana kızınca –bu çok sık olurdu- “Senin aynadan gördüğünü ben ‘dıvardan’ görürüm,” derdin. Annemle birlikte ‘dıvar’ sözünle alay ederdik. Ben de şimdi küçüklerime karşı –artık benden küçük olanlar da var babacığım- bu cümleni kullanıyorum, gülüyorlar. Bu sözü kullanırken aslında amacımın ne olduğunu sezmiyorlar tabii. Seni gülünç duruma düşürmek istediğimi sanıyorlar. Herhalde, ben tam belirtemiyorum ne demek istediğimi. Gülümsemenin içindeki sevgiyi demek ki anlatamıyorum. Şimdiki gençler başka türlü babacığım; her sözden tek anlam çıkarıyorlar. Ben de o zaman çileden çıkıyorum gerçekten: asıl amacımı unutup seni onlara beğendirmeğe çalışıyorum. Aslında bu çabanın anlamsızlığını sezmiyor değilim. Ülkenin en zengin adamı senin paltonu tutarken ya da, “Rica ederim Cemil Bey, müsaade buyurun.” Diyerek ‘bizzat kendisi paltoyu giydirmekte ısrar ederken’ senin gibi hissedemedikten sonra, insan o paltonun içinde kendisi varmış gibi gururlanmadıktan sonra, seni beğenmeleri hatta anlamaları neye yarar?

...Bunlar bildiğin şeyler babacığım; sana biraz da bilmediklerini anlatayım: mesela, cenaze törenin nasıl oldu? Cenaze namazın nasıl kılındı? Genellikle bir aksilik olmadı babacığım. Ben ağladım. Okulda o günlerde ‘hatırı sayılır’ bir durumda olduğum için oradan bir otobüsle bir miktar öğretim üyesi ve bir çelenk gönderildi. Hayatın boyunca hiç görmediğin bazı kimseler ellerini önlerine kavuşturarak ve başlarını eğerek ölümün anlaşılmaz gerçeği üzerinde düşünüyormuş gibi yaptılar mezarının başında. Tabut çukura konulduktan sonra üstüne büyük beton bloklar yerleştirildi. (Bu teknik geleneği sevmiyorum babacığım; aşılmaz engellere karşıyım.) Seni, annemin yattığı mezarlığa gömmedik. Bazı yakınlarım öyle uygun gördüler. İnsanlar arasında, onlar öldükten sonra bile anlaşmazlıkların sürüp gitmesini istiyorlar. Benim üzüntümden yararlanarak seni mezarda annemden ayıran yakınım, aslında öteki dünyaya filan hiç inanmaz. Oysa bana, “Annen böyle isterdi,” dedi. Sen bu adamı sevmezdin ve nedense ona yakınlık gösterdin. Bu nedenle hiç hakkı olmadığı halde sana ‘babacığım’ derdi. Artık ben akraba olmayanların birbirlerine ‘anneciğim, teyzeciğim, oğlum, kardeşim’ diye seslenmelerine bütünüyle karşıyım babacığım. Artık gerçek bir akrabam kalmadığı için, bütün bu soğukluklara karşıyım. Herkes birbirine adıyla hitap etsin. Mantığı seven bir insan olarak senin de bu düşünceye karşı pek bir diyeceğin yoktur sanıyorum.

...Benzer taraflarımız olduğu bir gerçektir. Sen üstüne başına dikkat etmezdin; bense ne kendime bakıyorum ne de arabama. Uzun yıllarını geçirdiğin büyük şehrin sokaklarında ikimiz de kir içinde dolaşıp duruyoruz. (Annem duymasın.) Bazen arabayı bir ara sokakta durdurarak küçük ve karanlık meyhanenin birine giriyorum. Senin deyiminle ‘tedrici intihar’. Bununla birlikte, bazı yazı denemeleri –bu mektup gibi- yaptığım için, arkadaşlar arasında –bu içki ve perişanlık gibi bütün tutarsızlıklarıma rağmen- oldukça ilgiyle karşılandığım söylenebilir. Sağ olsaydın yazdıklarımdan bir satır anlamamakla birlikte gene de benimle öğünürdün sanıyorum. Galiba biz, babacığım, birbirimizi hep böyle anlamadan sevdik. Aslında yazdıklarım senin deyiminle ‘uydurma’ şeylerdi; annemin seyrederken ağladığı filmler ya da okurken duygulandığı romanlar gibi ‘hepsi uydurma’. Sana yazdığım bu satırların da bir kısmı ‘uydurma’ olabilir; sana açıklamakta zorluk çekeceğim bazı nedenlerle senin anladığın biçimde bir gerçeklikten uzaklaşmak zorundayım. Ayrıca gerçek ya da uydurma olan bu satırları benim hissettiğim şekilde anladığından da şüphedeyim, hatta anlayıp anlamadığını da bilemiyorum.

...Neyse, sana dönelim babacığım. Hiçbir savaşa katılmadın ve kelimenin bilinen anlamıyla hiçbir kahramanlık göstermedin. Bu nedenle madalya filan gibi manevi ödüllerden yararlanmadığın gibi han-hamam-çiftlik gibi maddi ödüllerin üstüne de oturmadın. Siyasetin içinde yaşadığın halde siyaseti bilmediğin için barış döneminde de başarılı olamadın. Bu bakımdan sana yöneltebileceğim en kuvvetli tenkit şudur; kendini sunmasını hiç beceremedin babacığım. Hemşerilerinin büyük şehirde kaldıkları hanları ziyaret ederek onlara kartvizitlerini dağıtmadın, dairelerde seçmenlerinin işlerini takip etmedin. Bütün yaptığın, seçim bölgene gittiğin zaman eğer ramazansa sokakta sigara içmemekten ibaret kalmıştır.

...Şimdi artık öldün babacığım. Sınırlarını kesin olarak belirlediğin bir dünyada, bana sorarsan, belirsiz bir biçimde yaşadın ve öldün. Seni artık değiştirmek mümkün değil babacığım; bu nedenle kendimi de değiştirmenin mümkün olacağını sanmıyorum. Sabit nazarlarla boşluğa baktığım zamanların çoğunda temeldeki benzerliğimizi gizlemek için ümitsiz süslemelerle kendimi yoruyormuşum gibi geliyor bana. Senin anlayacağın babacığım, züppe olarak nitelediğin insanların, iç sahteliklerini örtmek amacıyla giriştikleri kibarlık çalışmaları içindeyim sanki. Senin gibi tutarlı olmadığım için çoğu zaman kuşkulara kapılıyorum ve ütüsüz pantolonlarla lekeli gömleklere kısa bir süre için son veriyorum.

...Bugün, genellikle seni benden başka hatırlayan yok babacığım. Öldüğün için durumu bilmiyorsun; ama, sana açıkça belirtmek zorundayım ki, çevrendeki kuru kalabalığın büyük bir kısmı daha şimdiden tarihe geçmiş vaziyette babacığım. Okuma kitaplarında senin gibilerin davranışları örnek gösterilmekle birlikte onların adları ve ikimizin de çok iyi bildiği küçük ve karanlık yaşantıları yer alıyor. Sen artık öldüğün için senin adına uydurma nutuklar, düzme makaleler, hayal ürünü tartışmalar icat etmek ve seni onların çok üstünde dalgalandırmak istiyorum. Çünkü hepinizi tanıyan –gerçekten tanıyan- on kişiden dokuzunun, bir seçim yapmak gerekirse, oylarını sana vereceğini ismim gibi biliyorum. Göreceksin babacığım, şu tek başıma yazacağım ansiklopediye bir başlayabilsem her şey düzelecek. Kimsenin doğru dürüst bir şey bilmediği bu ülkede şundan bundan –yani yabancı yazarlardan- makaslama metoduyla birkaç eser veremez miydin yani? Tercümeleri ben yapardım. Annem de sana okurdu. (Hiç olmazsa şunu kabul etmelisin ki babacığım, çoğu zaman sadece annemin okuduklarını anlardın. Senin dilini, görünüşteki bütün karşıtlığınıza rağmen, galiba sadece annem bilirdi.)

...Demek ki senin köylü tabiatın bana miras kalmış babacığım: medeniyeti sevmiyorum. Bugünlere yetişebilseydin, sen de benim gibi televizyondan nefret ederdin sanıyorum. Ben, senin çıktığın köye dönmek istiyorum; yani, sonradan görme deniz özlemcileri gibi kıyıda balıkçılarla filan sohbet etmek istemiyorum. Balığa çıkmak bize göre değil babacığım. Ben senin uçsuz bucaksız tarlalar arasındaki küçük köyüne yakın bir yerde (çevrede belki de bir iki ağaç olabilir) ahşap kirişli kerpiç bir evde yaşamak istiyorum. Evin resmini de tanıdık yaşlı bir mimara çizdirdim. (Gençlere güvenim artık kalmadı babacığım.) Sana anlatması biraz zor ama, oraya gidişim bana haksızlık eden dünyaya karşı bir baş kaldırma hareketi olacak diyebilirim; yani ben orada bulunmakla onlara, “İşte bütün ‘terakkinizi’ gördüm ve ‘aslıma rücu ediyorum’ (yani Cemil Beye dönüyorum”, diyeceğim ve onlar da bunu anlamayacak. Sen bunu Ziya Paşanın ya da Mehmet Akif’in tepkilerine benzetebilirsin. Annem duysaydı çok ağlardı. Sen nasıl karşılardın bilmiyorum, herhalde bunu da sana karşı bir hareketim olarak ‘tavsif’ etmezdin. Gene de, beni bu duruma kitapların getirdiğini söylerdin. Lukianos’u okuduğum zaman da bir gün kitabı karıştırmış ve içinde tanrılarla alay eden bölümü görünce, “Bu oğlan onun için Allah’a inanmıyor, bana karşı geliyor,” diye pek gerçekçi sayamadığım bir yorumda bulunmuştun. Sen de Allah’a –bunu hiçbir zaman kabul etmediğin halde son yıllarında inanmıştın babacığım. Son yıllarında Cuma günleri ortadan kaybolup camiye gitmeğe başlamıştın. Acaba daha önce, mesela gençliğinde, buna benzer bir ‘iman buhranı’ geçirmiş miydin? Neyse, son yıllarında böyle bir değişikliğe uğradığını da kabul etmedin. Her zaman ‘namazında niyazında’ olduğunu ileri sürerek beni çileden çıkardın. Benim bu dağa çekilme meselesini de belki eski inançsız yaşantıma bir tepki olarak ‘telakki ettiğim’ için, senin çocukluğuna sığınıyorum babacığım. Hareketimin, annemde beğenmediğin biçimde bir duyarlık ilgisi yok. Yani artık haddimi biliyorum, önünde ‘hayat’ denilen bir taşlık bulunan dağ evimde senin dönemince bilinmeyen ruhsal karışıklıklarımı yaşıyorum, kuyudan su çekiyorum ve eşeğime yüklediğim dallarla ocağımı yakıyorum. Buna ‘şimdilerde’ kaçış diyorlar babacığım; bir takım toplum sorunlarını çözemeyeceklerini hisseden burjuva, yani senin anlayacağın şehirde yaşayan ve üstelik şehirdeki günlük yaşantının geleneklerini benimseyen aydınlar böyle yapıyormuş. Sen böyle söyleyenlere bakma babacığım. Oğlunu onlardan öğrenecek değilsin ya. Sen de aslında annem gibi benim hiçbir zaman kötü bir şey yapmayacağıma inanırsın değil mi? Hani bir zamanlar bazı kitaplar okuyordum da eve bazı asık suratlı adamları çağırıp onlarla bağırarak tartışıyordum; o zamanlar annem, başıma bir şeyler geleceğinden endişelenmekle birlikte, gene de bu konuda kendisini uyaran ahbaplarına karşı beni savunuyordu. Şimdi beni savunan kalmadı babacığım; çünkü ikiniz de öldünüz. İşte ben de yalnızsam, yalnızlığımı bilmek için çoğu zaman –sabit nazarlarla boşluğa baktığım zaman- bu kerpiç evi gittikçe daha ciddi bir biçimde düşünüyorum. Ben bu asık suratlı aydınlara hiç benzemiyorum babacığım; onlara karşıyım ve senin içtenliğinden yanayım. Bazı kitaplar yüzünden kafam biraz karışmışsa da bugün bile senin içtenliğini taşıdığımı ümit ediyorum. Gene de sonunda sana bütünüyle benzemekten korkuyorum babacığım: yani ben de sonunda senin gibi ölecek miyim? 
Mektubuma burada son verirken hürmetle ellerinden öperim.

Oğlun.

22 Aralık 2014 Pazartesi

Reha


Reha (Nurettin Topçu'dan)

Reha, benim muzdarip hayalim Reha!

Asıl kuvvet yaşatmak, gülmek ve ızdırabı tanımamaktır.

Küçüklüğümün bazı zamanlarını geçirdiğim bu yerleri şimdi tatlı bir hülya lezzeti arasında görüyordum. Yeşil bahçeleri, ağır, dalgın sükünuyla ebedi akşamlara açılan ince füsunu içinde hayalimde canlanan Kızıltoprak'ı düşünüyordum. Teyzemin sevimli yuvasında yine eski çocukluğumu yaşayacağım. Teyzem yine eski annem olacak. Şimdi hayalimde sade Kızıltoprak, ihtiyar teyzem, bir de hazin, sevimli, mükedder bir yüz var. Reha, bu kışın bitip tükenmeyen gam gecelerinde benim muzdarip bir hayalim oldun!

...Gözlerim kamaşıyordu. Birdenbire karanlıktan aydınlığa çıkmış gibi bu her tarafında gizli akisler çıkaran akşamın içinde kalmıştım. Sanki birdenbire çekilen güneşten beyaz ve yarı karanlık akisler kalmış, serin ve uğultusu sönmüş bir deniz ortasında durmuştum. Kararan yolda bütün kapılar kapanıyordu. Pencereler karanlığa bakan gözleri içeri çevirmiştiler. Ta uzaklarda başlarını indiren dağlara ve ufuklara doğru sinen tepelere kadar her şey sessizdi. İçimdeki derin ve korkulu yalnızlık eski bir ağrı gibi yine uyanmıştı. Bastığım yerler karanlığa doğru kayıyordu. Adeta titriyordum. Yalnızlık... Evet beni her akşam karanlığında, her karanlık kış gecesinde yakalayan acaip ve muammalı dev... Onun tırnaklarının kalbimi böyle didik didik etmesinde artık marazi bir zevk duyuyorum. Gözlerim karanlıkta dolmuştu ve ben kinle dolu idim. Her şey gözünü yumdu ve ben bir mezarlıkta dolaşan hayalet gibi kendi kendimden korkmaya başladım. Ne arıyorum? Fakat hala gözlerimde bir şey, bir varlık, meçhul bir gölge bekleyen o müphem ve sıtmalı ümit yaşarıyor.

...Ayın pencereden giren aydınlığı karşısındaki beyaz yastığa kadar uzanıyor. Oradan kıvrılıp kayarak koltuğun arkasına düşen aydınlık parçaları düşünen yüzler gibi açılıyor. Sessiz gecenin ninnisiyle uyuyan ay uzak bahçelerin karanlığından sıyrılarak sinsi bir gölge gibi gittikçe yaklaşıyor. Bu gece sessizliğinden korkan ay! Neden solgun yüzünde gizli bir endişe ürperiyor? Boşluğa bakan yaprakların fısıldaşan pırıltıları seni neden düşündürüyor? O yaprakların altında gizlenen karanlık... Dün gece neydi o? Oradan geçerken niçin korkuyordum? Minnetle şükranın ebedi bir ateşle yaktığı gözlerim artık bir şey görmüyor: "İnanıyorum". Bu söyleyen dudaklar değil, o bir ruh idi. Reha'nın gözlerini değil, kalbini görüyordum.  O, minneti ebedileştiren kalbin bakışı idi. O minnet edebi idi, o şükran ölmeyecek idi. .... onda da ebediliğin ümitsizliğini, ızdırabın, yalnızlığın ezasını duyan bir düşünce var. Yalnızlık, bu o kadar acı.. Reha da şimdi yalnız, odasının karanlığında uyuyor. Kim bilir, belki de derdini uyutuyor. Reha yalnız, Reha kimsesiz. Bu gecenin karanlığında yaralı bir kuş.. Çırpınamıyor, uçamıyor.

...Bursa'ya geldiğimin haftasında, bir gün Reha'nın buradaki kardeşinin oturduğu yerden geçiyordum. Reha'nın anlattığı yerde taştan, büyük ve eski bir evden bir genç kadının çıktığını gördüm... bu çıkan kadın Reha idi...arkasını dönüp bakmasını bekliyordum...
Şimdi her gün oraya gidiyorum. Büyük, taş evin siyah ve yüksek pencerelerinden bir hayalin hemen belireceğini bekliyorum. O pencerelerin üstünden mor renkli bulutlar bir deniz dalgasına tutulmuş gibi uzaktan fırtına sesleri çıkararak uzaklaşıyor; kargalar vahşi kahkahalarla öterek geçiyor ve ben elbette o görünecek diye öyle orada bekliyorum.

...Ben bu kadın kadar kavi ruhlu değilim. Aczim içinde inlemeyi kuvvet sanıyorum. Asıl kuvvet yaşatmak, gülmek ve ızdırabı tanımamaktır.

30 Kasım 2014 Pazar

Beyaz Kale


Beyaz Kale (Orhan Pamuk'tan)

"Alakamızı uyandıran bir kimseyi, bizce meçhul ve meçhullüğü derecesinde cazibeli bir hayatın unsurlarına karışmış sanmak ve hayata ancak onun sevgisiyle girebileceğimizi düşünmek bir aşk başlangıcından başka neyi ifade eder?"
Marcel Proust

17. yüzyılda Türk korsanlarınca tutsak edilen bir Venedikli, İstanbul'a getirilir. Astronomiden, fizikten ve resimden anladığına inanan bu köle, aynı ilgileri paylaşan bir Türk tarafından satın alınır. Garip bir benzerlik vardır bu iki insan arasında. Köle sahibi, kölesinden, Venedik'i ve Batı bilimini öğrenmek ister. Bu iki kişi, efendi ile köle, birbirlerini tanımak, anlamak ve anlatmak için, Haliç'e bakan karanlık ve boş bir evde, aynı masanın iki ucuna oturur, konuşurlar. Hikayeleri ve serüvenleri, onları veba salgınının kol gezdiği İstanbul sokaklarına, Çocuk Sultan'ın düşsel bahçelerine ve hayvanlarına, inanılmaz bir silahın yapımına, "Ben neden benim?" sorusuna götürecektir. Hikayelerin günden geceye doğru ilerlemesiyle, gölgeler yavaş yavaş yer değiştirir.

...Durgun denizin ortasında Türk gemilerini beklerken kamarama indim, bütün hayatımı değiştirecek düşmanlarımı değil de, konukluğa gelen bazı dostları bekler gibi eşyalarıma çekidüzen verdim. Floransa'dan büyük paralar vererek aldığım bir cildin sayfalarını çevirirken gözlerim nemlendi; dışarıdan gelen bağırışları, telaşlı ayak seslerini, gürültüleri duyuyordum, az sonra elimdeki kitaptan uzaklaştırılacağım aklımdaydı, ama bunu değil, kitabın sayfasında yazılanları düşünmek istiyordum. Sanki kitaptaki düşünceler, cümleler, denklemler arasında kaybetmek istemediğim bütün geçmişim vardı; gözüme rastgele takılan satırları dua eder gibi mırıldanarak okurken bütün kitabı aklıma kazımak istiyordum ki, onlar gelince, onları ve bana çektirdiklerini değil, severek ezberlenmiş bir kitabın sevgili kelimelerini hatırlar gibi geçmişimin renklerini hatırlayayım.

...Sisli bir akşam hücreme kahya geldi, Paşa beni görmek istiyormuş. Şaşırdım, heyecanlandım, hemen hazırlandım. Yurdumdaki becerikli akrabalarımdan biri, belki babam, belki gelecekteki kayınpederim kurtarmalık göndermişler, diye düşünüyordum. Sisin içinde, kargacık burgacık dar sokaklarda yürürken birden evimize geleceğimizi, ya da onları, bir rüyadan uyanır gibi karşımda buluvereceğimi sanıyordum. Bazen de, birisini, bir yolunu bulup aracılık etmek için yollamışlar, diye düşünüyordum., hemen aynı sisin içinde bir gemiye koyup beni ülkeme yollayacaklardı, ama Paşa'nın konağına girince, öyle kolay kolay kurtulamayacağımı anladım. İnsanlar parmaklarının ucuna basarak yürüyorlardı.

...Sonraları, Padişah'ın bizi silahla birlikte Edirne'ye sefere çağırdığını öğrenene kadar, sık sık aynı rüyayı gördüm: Karışıklığı İstanbul'daki eğlenceleri hatırlatan bir eğlencede, Venedik'te bir maskeli balodaymışız: Yüzlerindeki "bayağı kadın" maskelerini indirince kalabalıkta gördüğüm annemle nişanlımı tanıyarak umutlanıyor, ben de, beni artık tanısınlar diye, kendi maskemi indiriyordum, ama onlar benim ben olduğumu anlamıyorlardı bir türlü, sapından tuttukları maskeleriyle, arkamdaki birini gösteriyorlardı; dönüp baktığımda, benim ben olduğumu anlayacak bu adamın Hoca olduğunu görüyordum. Beni tanıması için, bu sefer de ona umutla yaklaşınca, Hoca olan adam, bana hiç bir şey söylemeden maskesini indiriyor ve altından, beni suçluluk duygusuyla korkutarak rüyamdan uyandıran gençliğim çıkıyordu.


26 Temmuz 2014 Cumartesi

Son Konuşma


Son Konuşma (Randy Pausch'dan)

Kazanılamayacak hiçbir senaryo yoktur.

Önemli olan kaybetmeniz veya kazanmanız değil, nasıl oynadığınızdır.

Aile Piyangosu
Bugünün standartlarında, kulağa baskıcı geliyor, ama aslında sihirli bir çocukluktu. Kendimi, yaşamda inanılmaz bir başarıya sahip bir adam olarak görüyorum, çünkü pek çok şeyi doğru yapan bir anne ve babaya sahiptim.
Çok şey satın almadık. Ama her şeyi düşündük. Çünkü babamın günlük olaylara, tarihe ve yaşamlarımıza dair bulaşıcı bir merakı vardı. 
.... neredeyse her gece, masadan altı adım uzaklıktaki rafta sakladığımız sözlüğe başvururduk. "Eğer sorunuz varsa,"derdi bizimkiler, "o zaman yanıtını bulun."
Evimizdeki içgüdü, hiçbir zaman boş boş oturmak olmadı. Biz daha iyisini bilirdik: Ansiklopediyi aç. Sözlüğü aç. Zihnini aç.

Kararlı Olmak Açıkgözlü Olmaktan İyidir
Ben her zaman, kararlı bir insanı, açıkgözlü bir insana tercih ederim, çünkü açıkgözlülük kısa sürer. Kararlılık ise uzun. Kararlılık, son derece hafife alınıyor. Açıkgözlü sizi yüzeydekilerle etkilemeye çalışırken, kararlı kişi kökünden halleder. 
.... bu arada moda, açıkgözlü maskesi takarak baloya takılmaktır. Modayla hiç ilgilenmiyorum, bu yüzden nadiren yeni kıyafetler alırım. Modanın, eski moda olduğu ve sonra insanların bir yerde satabileceklerine inandığı şeylere dayanarak yeni bir moda yaratmaları gerçeği, en azından benim için çılgınlık.
Ailemden şunu öğrendim: Kıyafetlerin eskidiğinde, yenilerini alırsın. Son konuşmamda ne giydiğimi gören herkes, bu ilkeye sıkıca tutunduğumu bilir!
Benim dolabım, açıkgözlülükten çok uzak. Daha çok kararlı. Beni gayet güzel idare edecekler.

Şikayet Etme, Sadece Daha Çok Çalış
Çoğu insan, hayatını sorunlarından şikayet ederek geçirir. Ben her zaman şuna inanırım; şikayet etmek için harcadığınız enerjinin onda birini sorunu çözmeye harcasaydınız, işlerin ne kadar düzeldiğine şaşardınız.
Hayatımda, asla şikayet etmeyen olağanüstü insanlarla tanıştım. Bunlardan biri Sandy Blatt, üniversiteye gittiğim dönemdeki ev sahibimdi. Gençliğinde, kutuları bir binanın deposuna taşırken, kamyon geri geri gelip ona çarpmış. Yaşamının geri kalanını elleri ve bacakları felç olmuş bir şekilde geçirdi. Sandy ile tanıştığımda otuzlu yaşlarındaydı ve hayata karşı tutumuyla beni kendine hayran bıraktı. Akıl almaz bir sızlanmayan enerjisi vardı. Çok çalışmış ve lisanslı bir evlilik danışmanı olmuştu. Evlenmiş, çocuklar evlat edinmişti. Ve sağlık sorunlarından bahsettiğinde, bunu hiç şikayet etmeden yapardı.
.... onların öykülerindeki hikaye şudur: Şikayet etmek, bir strateji olarak işe yaramaz. Hepimiz sınırlı zaman ve enerjiye sahibiz. Sızlanmakla geçirdiğimiz her saniye, bizi hedeflerimizden o kadar uzaklaştırır. Ve bizi mutsuz eder.

İnsanların İyi Yönlerine Bakın
.... "yeteri kadar zaman verirsen" demişti, "insanlar seni şaşırtacak ve etkileyecektir."
ve şöyle söylemişti: İnsanlara kızdığın zaman, seni sinirlendirdiklerinde, belki de bunun sebebi, onlara yeterli süreyi vermemiş olmandır. Jon, bunun bazen çok büyük bir sabır, hatta yıllar gerektirdiği konusunda uyarmıştı. "Ama sonunda" demişti, "insanlar sana iyi yönlerini gösterecekler. Hemen herkesin iyi bir yanı vardır. Sadece beklemeye devam et. Göreceksin."

.... 
Minnet duymak, insanların birbirleri için en basit, ama en güçlü şeylerden biridir. Ve verimliliğe olan sevgime rağmen, bence en iyi teşekkür notları, eski yolla yapılanlardır; kağıt ve kalemle.
Yaşamımda ve sağlık durumumda olup biten her şeye rağmen, ben hala teşekkür notları yazmaya çalışıyorum. Bu güzel bir şey. Ve birinin posta kutusuna vardıktan sonra, neler değiştireceğini bilemezsiniz.

.... 
bunun gerekmediğini söyledim. Vuruklar sorun olmayacaktı. Ailem beni, otomobillerin sizi A noktasından B noktasına götürmek için tasarlandığını anlamam konusunda etkili olmuştu. Onlar faydalı araçlardı, sosyal statü belirtisi değil. Ben de Jai'ye, kaporta tamirine gerek olmadığını söyledim. Vuruklarla yaşayabilirdik. 
.... Tamam, belki bu kulağa biraz garip gelebilir. Ama eğer çöp kutunuz ya da el arabanızda bir vuruk olsa, yeni bir tane almazsınız. Belki de bunun sebebi, çöp kutularını ya da el arabalarını, sosyal statümüz ya da kimliğimizi başkalarına göstermek için kullanmıyor olmamızdır. Jai ve benim için, çarpık arabalarımız, evliliğimizin ifadesi oldu. Her şeyin tamir edilmesi gerekmez.

.... 
Peki, Kirk'in becerisi neydi? Neden Atılgan'ın başına o geçmişti. Yanıt:"Liderlik" denen bir beceri var. Ben bu adamı izleyerek çok şeyler öğrendim. O, yetki vermeyi bilen, ilham verecek tutkuya sahip ve işe ne giyerse giysin iyi görünen dinamik bir yöneticinin en iyisiydi. Hiçbir zaman altlarından daha üstün becerilere sahip olmak için kafa yormadı. O, diğerlerinin, kendi alanlarında yaptıkları işleri iyi bildiklerini kabul etmişti. Ama görüşü, tonu o belirlemişti. O moralden sorumluydu. Kirk'ün, ziyaret ettiği her gezegendeki, her kadına kur yapacak romantik yanları da vardı. Ne zaman ekranda Kirk belirse, bir Yunan tanrısını görmüş gibi olurdum.
.... Shatner bana konan teşhisi öğrendikten sonra, kendinin, Kirk olarak bir fotoğrafını gönderdi. Üzerine şöyle yazmıştı: "Kazanılamayacak hiçbir senaryo yoktur."

...
Çocukluk hayallerinizi gerçekleştirmeniz konusunda ısrarcıyım, ama yaşlandıkça, başkalarının hayallerinin gerçekleştirmenin çok daha keyifli olduğunu anlayacaksınız.

...
Kendinize hayal etme izni verin. Çocuklarınızı hayallerle doldurun. Bu arada bir, uyku saatlerini geçirmek anlamına bile gelse.

...
"Çıkın ve bir başkasının sizin için yaptığı şeyi, siz de başkaları için yapın."


13 Temmuz 2014 Pazar

Eylül



Eylül (Mehmet Rauf'tan)


Acılar o kadar dayanılmaz bir hal alır ki, aşk ateşi daha büyük bir ateşle bitirilir.


- Evet, dedi, layık olan mesut olur; yahut Goethe'nin dediği gibi layık olan kazanır ve kazanamayan layık değildir.
Sabahleyin Süreyya'nın sesini işitip uyandığı zaman hemen yeni uyumuş gibi idi; o kadar başı küflü, ağır kalktı; fakat panjurları açıp da dışarıdan taze, yeşil, parlak bir nisan sabahı bütün neşe ve taravetiyle (tazeliğiyle) içeri dolduğu zaman bir ferahlık hissetti.

....Necip:
- Bilakis zavallı erkekler, Suat Hanım; bir kadının ne olduğunu anlayanlar için asıl zavallı olan erkeklerdir. Kadın olmayınca bir erkek hayatının ne kısır, ne yağmursuz, tesellisiz bir siyah çöl olduğunu bilseniz... Bunu bir çok erkekler de bilirler de sonra unuturlar... Bir kadının bir erkek hayatına sade varlığıyla nasıl bir şiir-i taravet (tazelik şiiri) verdiğini, ruhu bertaraf etsek bile, yalnız vücut için de nasıl bir büyük hami (koruyucu) olduğunu bilseniz. Demin bana buradaki hayatınızdan bahsediyordunuz, siz her saati geçirmek için saadetler, eğlenceler buluşunuzu anlatırken ben yirmi dört saatlik hayatımın nasıl bir cehennem saati gibi nihayetsiz, sürüklenmez bir hayat olduğunu düşünüyordum. Sadece söyleyeyim ki ölecek derecede bunalıyorum.

....Süreyya lokmasını hazırlamakla meşgul,"Fakat inkar edemezsin ki kadınları nefistir" dedi.
- Evet, hususiyle kaldırımlardan geçerken uzaktan mağaza bebekleri gibi görünce... Beyoğlu tiyatrosunun seyyar aktrisleri... Hepsi öyledir. Asıl hayatlarını oyuncular gibi unutmuşlardır. Onların ruhlarını arayacağınıza kutup keşfine çıkmış olmanız daha hayırlı olur. Bilir misin nefis kadın hangileridir? Temiz ruhlular; sana bunu cidden söylüyorum Süreyya, saadetinin kıymetini bil..

....Suat başını dikişinden kaldırıp kapıdan giren Necip'e bakarak"Ooo, sizde bir hazırlık var?" dedi.
Öbürü eldivenlerini giymekle meşgul, sakin göstermeye çalıştığı bir sesle, "Evet kaçıyorum" diye cevap verdi ve üzüntüsünü göstermemek için birçok işler, gezilecek yerler, çoktan beri ihmal ettiği dostlara dair masalla söylüyor, mecburiyetlerinden bahsediyordu. Halbuki, gerçekte burada kalmak için canını verdiği halde, işte kaçıyordu. Zira artık burada yaşamaya sabır ve tahammülü, kuvvet ve dayanma gücü kalmamıştı. Suat'ın bir zaman kendini mest eden huzuruyla şimdi harap olarak, o kadar yorulmuş, ezilmişti ki, artık bu gece sabaha kadar uyuyamayarak çektiği ateşler arasında kaçmak ona tek kurtuluş çaresi göründü.

...."Ah o beni seviyor, seviyor!" diye tekrarlayarak her düşüncesi bu sözlerde kesilerek yürüyordu; vapur başına gelmişti. "Vakit var" dediler; orada duramadı, hareket lazımdı. Sarıyer'e kadar yürümeyi tercih etti. Tekrar yağmura girdi; karşıdan görenler ıslanmış fesinin püskülü bozulmuş, çamura bulanmış bu gence hayretle bakıyordu. İskeleye geldiği zaman vapur henüz geliyordu. Biletçiye bir mecidiye attı, o soruverdi. "İstanbul mu?" "Evet" dedi. Fakat nereye gidiyordu, bilmiyordu; o bir şey biliyor, bir şey görüyordu: Suat ondan nefret etmiyor, Suat onu seviyordu, evet seviyordu. Buna artık inanmıştı; ve işte hala gözünün önünde o nazarı görüyordu.

....O zaman Suat'a da hayatının şu devresi kendi ömrünün, kendi kadınlık hayatının eylülü gibi geldi. Eylül...Birkaç gün hava ne kadar güzel olsa bu kadarcık fani bir güzelliğe bile minnettar olmak lazım gelen bir ay. İçine birkaç günlük kış hücumundan acı düştüğü için, o güzel havaların, devamlı yazın artık nasıl geçmiş, sade bir mazi olmuş olduğunu hissettiren bir esef ve hasret ayı...Onun hayatı da öyle değil miydi? Son günlerin letafeti ile beraber, şimdi yine imkansızlığa, yine hüzün ve kasvete düşmemiş miydi? Tıpkı şimdi düşündüğü gibi, nasıl yaz elindeki saadetten bihaber geçip ilk kış hücumuyla üzülürse, o da demin anlamamış, üzülmemiş miydi? Tekrar hayatına başlamak arzusu, bugün tekrar yaz olmak emeli gibi değil miydi? Bir senedir onu harap eden endişelerin, melallerin ne olduğunu artık iyice görüyor, "İşte benim eylülüm!" diyordu.

....Evet, her şey çürüyor, her şey... İnsanlar da çürümeyecek mi? Eylül'de sanki bahara özlem çeken bir hüzünlü tazelik, sanki üzerine çöken kışın, kendini mahvetmek isteyen sonbaharın inadına kalıcı olmak, tekrar bahar olmak mücadelesi vardır; fakat bunun için muhtaç olduğu şeylerden mahrum olduktan başka kendisinde de direniş kalmamış ve tabiat bunu anlamış gibi acı bir melal ve tefekkürle; üzerine çöken tenhalığın, matemin acılık mührü ile düşünüyor; sanki ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ne kadar mukavemet ederse etsin, kışın galebe geleceğini, artık her şeyin, her ümidin bittiğini, buna tahammül lazım geldiğini, anlamaktan doğan bir usanç ile giryandır (ağlamaktır). Ne renk, ne rayiha (koku)... İşte yapraklar ölüyor... Rüzgar insafsız, yağmur inatçı, her şey çürüyor, oh, her şey çürüyor...

....Öbür gün Tarabya tepelerine çıktılar. Hava sabahleyin kalın ve kış bulut katmanlarıyla örtülü ve yüklü iken bunların altından öğleye doğru güneş kurtulmuş, hafif bir lodos ile birleşerek bulutları dağıtmış, etrafı yükseldikçe hissolunan ılık bir yaz esintisi ile çevrelemişti. Tarabya'nın at kestaneleri ile, genç kavaklarla çevrili olan İstanbul yolundan yürüyerek yüksele yüksele bütün Boğaz'ı, ta uzakta Karadeniz'i gördüler; Hacı Osman Bayırı'ndan Büyükdere'ye indiler, orada havanın tekrar dönmüş, serin bir rüzgar ile denizin bozulmuş olduğu gördüler ve avdet ettiler (döndüler).

Halbuki Necip bırakıp kaçamadığı için, dayanamayarak, yanarak, ölerek gelip de Suat'ı böyle aşağılanmış, karanlık gördüğü için, kederli görünmemek, şüphe vermemek için deli gibi, bilmeyerek yapıyor, ayrı yaşayamadığı için geliyor, onu öyle bulduğu için ölüyordu. Ve evvela böyle birbirini yanlış anlamaktan başlayan tepki görüşüp izah edilmedikçe yavaş yavaş bağladığı düşmanlık rengiyle o hale geldi ki, bir müddet sonra Suat onu o halde görüp ölmemek için onları yalnız bırakarak kaçmaktan başka çare bulamadı; ve Necip pişman, öfkeli, perişan ve sersem, kah delice şen, sonra zebun (zayıf) ve çökmüş, artık Hacer'e de tahammül edememeye başlıyordu. Sebepsizlik, çaresizlik içinde kudurmak istediği bu cinnet ve hezeyan devrelerinde kendini yiyordu.

....Suat hıçkırıklarla boğuluyor gibi idi. Necip'in sesindeki hararet ve gözyaşı ile bütün bütün sarsılmıştı "Lakin yemin ederim ki.." diye baktı.
Necip yine o acı hararetle gülerek:
-Oh yeminleriniz...diye kesti. Bir sürü masal... Bunları hep biliyorum. Burada Boğaziçi gibi serbest ve rahat olmadığınızdan şikayet edeceksiniz değil mi? Lakin ben sizden o kadar büyük, o kadar çok bir şey mi istiyordum? Haftalarca burada bir nazarınız (bakışınız) için köpekler gibi süründüm. Ve siz benden bir tebessümü, bir nazarı esirgediniz.. İşte sizin yeminleriniz.. Benim hürmet ve bağlılığımdan şüpheniz mi vardı, benim sadakatimde bir kusur mu gördünüzdü? Hayır değil mi? Sade bir sözle, bir işaretle beni temin etseniz, bana sade, "Hala seviyorum, fakat korkuyorum.." deseniz ben sizin için aylarca ateşlerde yanar, saadet ve ümitle beklerdim...
-Fakat siz hiç, hiç bir şey yapmadınız.. Bir nazarınız, bana bir ay elverir, bir tebessümünüz sizden günlerce mahrum yaşamak için kuvvet verirdi, siz bunları esirgediniz ve beni def ettiniz.. Söyleyiniz benim ne kabahatim vardı? Size ben ne yapmıştım?-Size bir kaşane takdim edemem, fakat birbirini çok sevdikten sonra neyin ehemmiyeti kalır diyordum. Aşk her şeyi unutturur diyordum.. Beni gerçekten seviyorsunuz zannediyordum!

....Aşağıdaki merdiven henüz ateşten korunmuş idi, sade yok eden bir duman boğuyor, çatırtıdan, sıcaklıktan bunalıyorlardı, haykırarak merdivenin üst başında bulundular. Selamlık tarafına giden koridor ateş içinde idi. Harem sofası kesif (yoğun) bir dumanla kaynıyor, Süreyya'nın odası köşede duman içinde kayboluyordu. O zaman Süreyya orada içeriye girmeye cesaret edemeyerek "Suat, Suat!" diye haykırdı, Necip kapının önüne kadar koşmuştu, dehşetli bir hararetle boğuluyorlardı, tekrar Necip, "Suat!" diye inledi. İkisine de bir inilti işitiyoruz gibi geldi, fakat ses tırmalayıcı bir çatırtı ile boğuldu, bir fırından fışkıran alev gibi yakarak, eriterek hücum eden duman içinde evvela bir saniye ikisi de tereddüt ettiler, fakat Süreyya, Necip'in vahşetle haykırarak içeri atıldığını gördü, "Necip!" diye koşmak istedi, fakat dehşetli bir çatırtı ile tavanın yıkılıp oda kapısının ateş içinde kaybolduğunu görerek deli gibi geri döndü.


19 Mayıs 2014 Pazartesi

Yüzyıllık Yalnızlık




Yüzyıllık Yalnızlık'tan (Gabriel Garcia Marquez)


Köyün gelmiş geçmiş en girişken insanı olan Jose Arcadio Buendia, evlerin nereye yapılacağını öylesine planlamıştı ki ırmağa inip su taşımak için kimse kimseden fazla emek harcamıyordu. Sokakları öylesine bir sağduyuyla yan yana dizmişti ki, öğle sıcağı bastırdığında hiçbir ev ötekilerden daha fazla güneşin altında kalmıyordu. Birkaç yıl içinde Macondo, üç yüz kişilik nüfusun o zamana kadar görüp duyduklarından çok daha düzenli ve çalışkan bir köy oldu çıktı. Burası, kimsenin otuzunu geçmediği ve kimsenin ölmediği gerçekten mutlu bir köydü.

.... Ursula hiç istifini bozmadı. "hiçbir yere gidecek değiliz" dedi. "Burada çocuk sahibi olduk, o yüzden burada kalacağız."
Jaso Arcadio Buendia, "Ama daha hiç ölen olmadı" diye karşılık verdi. "İnsanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir."
Ursula incitmeyen bir kararlıkla direndi:
"Sizlerin burada kalması için benim ölmem gerekiyorsa, ölürüm."

.... Prodencio Aguilar gitmedi, Jaso Arcadio Buendia da mızrağı sallamayı göze alamadı. O geceden sonra bir daha rahat uyku yüzü göremedi. Yağmur altında dikilmiş duran ölünün büyük yalnızlığı, yaşayanlara duyduğu derin özlem, alfa otundan tıkacı ıslatıp yarasını silmek için evin içinde su ararkenki telaşı, Jaso Arcadio Buendia'nın içine oturdu. "Çok çile çekiyor olmalı" dedi Ursula'ya. "Yalnızlıktan kahrolduğu belli." Bu, Ursula'ya öylesine dokundu ki, ertesi sefer ölüyü ocağın üzerindeki tencereleri yoklarken bulduğunda ne aradığını anlayıp evin her köşesine testi testi su bırakır oldu. Bir gece, Jaso Arcadio Buendia, onu kendi odasında kendi yarasını yıkarken bulunca, sabrı taştı.
"Pekala Prudencio" dedi. "Biz başımızı alıp bu köyden olabildiğince uzağa gideceğiz. Artık için rahat etsin."
Dağları aşma seferine işte böyle giriştiler. Jaso Arcadio Buendia'nın kendi gibi gençten birkaç arkadaşı, serüven heyecanıyla evlerini dağıtıp eşyalarını topladılar, karılarını çocuklarını da alarak kimsenin kendilerine vaat etmediği topraklara doğru yola düştüler.

... Çünkü bu kez ölüm, rastlantıya bağlı olarak gelmiyor, hükmü infaz edeceklerin isteğine kalıyordu. Yaralarının berelerinin acısından bütün gece gözüne uyku girmedi. Şafak sökmesine yakın, dışarıda ayak seslerini duydu. Kendi kendine "geliyorlar" diye mırıldandı ve hiç sırası değilken Jose Arcadio Buendia'yı düşündü. O da, o anda kestane ağacının altındaki sabah karanlığında Aureliano'yu düşünmekteydi. Aureliano Buendia korkmuyordu, yaşama tutkusu da yoktu içinde. Yalnızca bu zoraki ölümün, yarıda bıraktığı bir yığın işin sonucunu görmesine engel oluşu, içini yakıp tutuşturan bir öfke yaratıyordu.

... Odasının karanlığında iğneye iplik geçirip düğme dikebiliyor ve sütün ne zaman kaynayacağını kestirebiliyordu. Her şeyin yerini öyle şaşmazlıkla biliyordu ki, kimi zaman kör olduğunu kendi de unutuyordu. Bir keresinde Fernanda, nişan yüzüğünü yitirdi, evi ayağa kaldırdı, altını üstüne getirdi bulamadı da, Ursula çocukların yatak odasındaki bir rafın üzerinde yüzüğü buldu. Bunun nedeni de basitti. Ötekiler ne yaptıklarına dikkat etmeksizin evin içinde gezinirken, Ursula boş bulunmamak için dört duyusunu da olanca gücüyle seferber ediyordu. Çok geçmeden, ailede herkesin bilinçsiz olarak her gün aynı hareketleri yaptığını, aynı yolu izlediğini ve hemen hemen aynı saatlerde aynı sözleri yinelediğini fark etti. Ancak günlük çizgilerinden saptıkları zaman, bir şey yitirme tehlikesiyle karşılaşıyorlardı.

... Aureliano çok iyi bildiği olaylarla zaman yitirmemek için on bir sayfa birden atladığı anda, Macondo kenti Kutsal Kitap'ta yazılı kasırganın gazabına kapılıp dönmeye başlamış bir toz ve taş girdabı haline gelmişti bile. Aureliano içinde yaşadığı anı anlatan bölümün şifresini çözmeye koyuldu. Bir yandan şifreyi çözüyor, bir yandan okuduklarını yaşıyor, konuşan bir aynaya bakıyormuş gibi son sayfalarda yazılı olayları söyleyerek yaşıyordu. Sonra kendi ölümünün nasıl ve ne zaman olacağını öğrenmek için bir sayfa daha atladı. Son satıra gelmeden önce, o odadan bir daha çıkamayacağını anlamış bulunuyordu. Çünkü el yazmalarında Aureliano Babilonia'nın şifreleri çözdüğü anda aynalar ya da seraplar kentinin rüzgarla savrulup yok olacağı, insanların anılarından silineceği ve yazılanların evrenin başlangıcından sonuna dek bir daha yinelenmeyeceği yazıyordu. Çünkü yüzyıllık yalnızlığa mahkum edilen soyların, yeryüzünde ikinci bir deney fırsatları olamazdı.

13 Ocak 2014 Pazartesi

Sağırdere




Sağırdere (Kemal Tahir'den)

Mustafa dalgındı. Ayağı kayıp dizinin üstüne çöktü.
-Aman Mustafa önüne bak yahu!.. -Topal İsmail telaşlı doğrulmuştu-: Aman arkadaş!..
Mustafa avucundaki toprakları silkeledi:
-Burada mısın?
-Buradayım elbet... Bu bacak böyleyken, düğünlerde halay çekecek değilim ya..
Topal İsmail, Kavaklıgöl'e hınçla tükürdü.
-Yahu, sen ne yaptın, bu kemik ne yaptı?
-Aman Mustafa kemiği ver, Bana da lazım...
Mustafa, muşambaya sarılı bir şeyi kuşağından çıkarıp yere çalınca Topal İsmail hopladı:
-Dur efendi! Dur Aman! Bu mübarek yere vurulur mu? Ağzın yüzün bükülür!
-Bırak dinini seversen. Bir işe mi yaradı ki? Ayşe gitti elden...
-Gitmekle... Bu kemik başka kemik...
Topal İsmail sakat bacağını uzattı. Besmele çekerek muşambanın yedi katını açtı. Ortası kırmızı ibrişimle sarılı yarasa kemiğini avucuna koydu. Saygıyla, biraz da korkarak bir zaman baktı.

....
-Hep kendi kendine konuşursun İsmail... Soğutacak yanı hiç sürülür mü? Dediğin gibi: Okudum, okudum şurasını sürdüm. Sırtına iyice sürdüm. Hayretmedi.
-Edecekti ya... Neden etmedi? Allah Allah! Bu kemiğin önünde hiç durulmaz. Karı milletinin Azrail peygamberi bu kemik... İnanmazsan Reşit Hoca'ya sor! Bu kemikte çok iş var Mustafa. Bu kemik bildiğin kemik değil!.. Yarasa kuşunun kemiğidir bu.
.... Akan suyun fendine akıl ermez. Yarasa kuşunun kemiği suyun içinde ikiye ayrılır. Bir takımı, akıntıyla başaşağı akar, ikincisi mutlak, akıntının tersine, yukarı çıkar. Allah'ın bir işi canım. Tılsımlı kemik, akıntının yukarısına çıkan kemik.. Bendekini ayrıca Reşit Hoca okudu. İpeğe, ibrişime okuya okuya sarılmasının sebebi: Bir daha hiç ıslanmayacak. Acaba verdiğimiz herif, elinden suya mı düşürdü?
-Yalancı. Biz suya sokmadık... Soğutacak yanını da sürmedik. Ayşe sonunda, Hakkı'ya vardı.

....
Cemal ustadan üçüncü aylığını aldığı zaman Mustafa'nın elli lirası oldu. Altı tane beşlik banknot, üst yanı gümüş lira... "Ver ben saklayayım" diyeceğinden çekinerek bu kadar parası olduğunu Cemal ustadan bile gizliyor, gömleğinin içinden boynuna kaytanla astığı kesesini düşürmekten, çaldırmaktan korktuğu için sık sık yokluyordu.
Üçüncü aylığı aldığının ertesi günü, akşam takımları toplarken "Parasını mala yatırmak" aklına geldi. "parayı mala yatırmak", Cemal ustanın her zamanki öğüdüydü.
Cemal usta, bir eski şapka ile bir eski pantolon verdiği için şimdilik giyimi var demekti. "yamalı olsun, bize yeter!" diyerek çekiç sallamaktan artık nasırlanmış avucunu gizlice kaşıdı.
Dükkan camekanlarında gördüğü eşyaları gözünün önüne getirmeye çalışıyor, deminden beri, Ankara'ya ilk geldikleri sıralarda handa otururken arkadaşlardan birinin Hergele pazarında bulup aldığı, kullanılmış kazağı hatırlıyordu. Sonunda "Biz yenisini alırız, elli liramız var" dedi.


Sağırdere'de çocuksu bir aşkla tutulduğu kıza kavuşamayan Mustafa'nın köye katlanamayıp Ankara'ya çalışmaya gitmesi, orada bütün zorluklara rağmen tutunmaya çalışması, kent hayatını görüp, kendini sorgulamaya başlaması, sonrasında ise değişerek köye geri dönmesi anlatılır.