Beyaz Kale (Orhan Pamuk'tan)
"Alakamızı uyandıran bir kimseyi, bizce meçhul ve meçhullüğü derecesinde cazibeli bir hayatın unsurlarına karışmış sanmak ve hayata ancak onun sevgisiyle girebileceğimizi düşünmek bir aşk başlangıcından başka neyi ifade eder?"
Marcel Proust
17. yüzyılda Türk korsanlarınca tutsak edilen bir Venedikli, İstanbul'a getirilir. Astronomiden, fizikten ve resimden anladığına inanan bu köle, aynı ilgileri paylaşan bir Türk tarafından satın alınır. Garip bir benzerlik vardır bu iki insan arasında. Köle sahibi, kölesinden, Venedik'i ve Batı bilimini öğrenmek ister. Bu iki kişi, efendi ile köle, birbirlerini tanımak, anlamak ve anlatmak için, Haliç'e bakan karanlık ve boş bir evde, aynı masanın iki ucuna oturur, konuşurlar. Hikayeleri ve serüvenleri, onları veba salgınının kol gezdiği İstanbul sokaklarına, Çocuk Sultan'ın düşsel bahçelerine ve hayvanlarına, inanılmaz bir silahın yapımına, "Ben neden benim?" sorusuna götürecektir. Hikayelerin günden geceye doğru ilerlemesiyle, gölgeler yavaş yavaş yer değiştirir.
...Durgun denizin ortasında Türk gemilerini beklerken kamarama indim, bütün hayatımı değiştirecek düşmanlarımı değil de, konukluğa gelen bazı dostları bekler gibi eşyalarıma çekidüzen verdim. Floransa'dan büyük paralar vererek aldığım bir cildin sayfalarını çevirirken gözlerim nemlendi; dışarıdan gelen bağırışları, telaşlı ayak seslerini, gürültüleri duyuyordum, az sonra elimdeki kitaptan uzaklaştırılacağım aklımdaydı, ama bunu değil, kitabın sayfasında yazılanları düşünmek istiyordum. Sanki kitaptaki düşünceler, cümleler, denklemler arasında kaybetmek istemediğim bütün geçmişim vardı; gözüme rastgele takılan satırları dua eder gibi mırıldanarak okurken bütün kitabı aklıma kazımak istiyordum ki, onlar gelince, onları ve bana çektirdiklerini değil, severek ezberlenmiş bir kitabın sevgili kelimelerini hatırlar gibi geçmişimin renklerini hatırlayayım.
...Sisli bir akşam hücreme kahya geldi, Paşa beni görmek istiyormuş. Şaşırdım, heyecanlandım, hemen hazırlandım. Yurdumdaki becerikli akrabalarımdan biri, belki babam, belki gelecekteki kayınpederim kurtarmalık göndermişler, diye düşünüyordum. Sisin içinde, kargacık burgacık dar sokaklarda yürürken birden evimize geleceğimizi, ya da onları, bir rüyadan uyanır gibi karşımda buluvereceğimi sanıyordum. Bazen de, birisini, bir yolunu bulup aracılık etmek için yollamışlar, diye düşünüyordum., hemen aynı sisin içinde bir gemiye koyup beni ülkeme yollayacaklardı, ama Paşa'nın konağına girince, öyle kolay kolay kurtulamayacağımı anladım. İnsanlar parmaklarının ucuna basarak yürüyorlardı.
...Sonraları, Padişah'ın bizi silahla birlikte Edirne'ye sefere çağırdığını öğrenene kadar, sık sık aynı rüyayı gördüm: Karışıklığı İstanbul'daki eğlenceleri hatırlatan bir eğlencede, Venedik'te bir maskeli balodaymışız: Yüzlerindeki "bayağı kadın" maskelerini indirince kalabalıkta gördüğüm annemle nişanlımı tanıyarak umutlanıyor, ben de, beni artık tanısınlar diye, kendi maskemi indiriyordum, ama onlar benim ben olduğumu anlamıyorlardı bir türlü, sapından tuttukları maskeleriyle, arkamdaki birini gösteriyorlardı; dönüp baktığımda, benim ben olduğumu anlayacak bu adamın Hoca olduğunu görüyordum. Beni tanıması için, bu sefer de ona umutla yaklaşınca, Hoca olan adam, bana hiç bir şey söylemeden maskesini indiriyor ve altından, beni suçluluk duygusuyla korkutarak rüyamdan uyandıran gençliğim çıkıyordu.