Açlık (Sharman Apt Russel'den)
“Her yere yayılmış olan açlığa verilen toplumsal tepkiler tarihe, kültüre, siyasete, ekonomiye ve kişisel seçimlere bağlı olarak değişkenlik gösterir. Ama sonuçta bu tepkiler vücutta gerçekleşir. Yüzümüz değişir, cildimizin rengi değişir, kalbimiz yavaşlar. Kemiklerimiz zayıflar. Ve çocuklarımıza başka gözlerle bakarız”
Basın
toplantısında, Robinson duygusal bir ifadeyle konuştu, “İçsel bir adalet hissim
var ve bu derinden yaralandı. Gördüklerim karşısında utanç duydum; utandım,
utandım… Vicdani duygularımız neden daha kuvvetli değil?”
Açlık, tarihin kendisi kadar mühim bir konudur.
Mısır valilerinden Ankhtifi’nin dört bin yıl kadar öncesinden kalma mezar
taşındaki yazıtta şunlar yazılıdır: “Mısır’ın fakirleri öylesine açlık
çekiyorlardı ki insanlar artık çocuklarını yiyecek duruma gelmişti.” 1347
yılında, İtalya nüfusunun üçte ikisi açlıktan öldü. 1845-1860 yılları arasında;
İrlanda’da bir patates mantarı Büyük İrlanda Kıtlığı’na neden oldu; bu da bir
milyon insanın ölümüne yol açtı ve bu olay halen anıtlarla, internet
siteleriyle ve İrlandalı göçmenleri Kuzey Amerika’ya getiren “tabut gemiler”
adı verilen gemilerle yapılan o yolculukların yeniden canlandırılmasıyla
günümüzde hatırlanıyor. Rusya’nın güneybatısındaki Ukrayna’da 1919-1921 yılları
arasında yedi milyon insan kıtlık nedeniyle öldü. 1943-1944 yıllarındaki Bengal
kıtlığında dört milyon insan öldü. Bilinen en büyük kıtlık ise 1958-1960
yılları arasında Çin’de otuz milyonun üzerinde insan hayatını kaybetti.
… Mide ve bağırsaklardaki sinir sistemi omurilikten
daha fazla sayıda sinir hücresi barındırır ve beyinden yardım almadan tamamen
kendi başına çalışabilecek kapasitededir: gönderim, alım, mesajları koordine
etme, refleksleri başlatma, duyusal bilgilerin işlenmesi ve bu bilgiye
dayanarak hareket etme.
… Son yemeğinizin üzerinden otuz altı saat geçti.
Glikojen stoğunuzu kullandınız ve şu anda proteininizi yakıyorsunuz; yani
vücudunuzdan küçük parçaları. Midenizdeki, yani ikinci beyninizdeki bir tür
zeka sinirden köpürüyor. Birinci beyniniz sanki bu fikri protesto ediyormuş gibi
başınız ağrıyor. Gözleriniz kuruyor. Kendinizi gergin hissediyorsunuz.
Gerginlikten daha öte bir şey. Artık paranızın geri verilmesi ya da bedava
checkup umurunuzda bile değil. Lastik bir hortumdan çilek tadındaki sıvıyla
beslenmek için can atıyorsunuz.
… Karaciğer en büyük organımızdır. Vücut
ağırlığının on beşte birini oluşturur, parlak ve koyu kırmızı renklidir,
kendini yenileyebilir ve bir şeylerden başka şeyler üretme yeteneği nedeniyle
bazen “büyük kimyasal fabrika” olarak adlandırılır. Bir çok işi aynı anda yapan
organdır: filtreleme, temizleme ve kanı depolama; sindirim için safra üretimi;
vitaminlerin ve demirin depolanması; sistemin detoksu; glikozun depolanması ve
dengelenmesi; proteinden glikoz sentezlenmesi; protein ve yağın metabolizmaya
dahil edilmesi.
… Usta Chuang Tzu’nun Taocu hikayesinde, bir
marangoz bir çan askısı yapar. Bu askı o kadar güzel durur ki ruhların yaptığı
bir şey gibi görünür. Kendisine sorulduğunda marangoz cevap verir:
“Bir
çan askısı yapacağım zaman, onun benim enerjimi tüketmesine asla izin vermem.
Aklımı yerinde tutmak için daima oruç tutarım. Üç gün oruç tuttuğumda, artık
herhangi bir tebrik ya da ödül arzum, unvan ya da ücret düşüncem kalmaz. Beş
gün oruç tuttuğumda, artık aklımda övgü ya da suçlama, yetenek ya da beceriksizlik
düşüncesi kalmaz. Ve yedi gün oruç tuttuğumda o kadar durağan bir hale gelirim
ki iki kolumla iki bacağım olduğunu, bir şeklim ve bir vücudum olduğunu
unuturum. Yeteneğim tamamen odaklanmıştır ve dikkat dağıtıcı tüm dış etkenler
yok olup gitmiştir. Ondan sonra dağdaki ormanlara giderim ve ağaçların ilahi
doğalarını incelerim. Gerçekten mükemmel bir tane bulur ve ağacın içindeki çanı
görebilirsem oyma işine başlarım; bulamazsam bırakırım. Bu şekilce Cenneti
Cennetle eşleştiririm.”
… İrlanda’da İngiliz işgaline karşı mücadele eden
nasyonalistler de açlık grevi yaptılar. 1917’de bir nasyonalist hapishanede
zorla beslendikten sonra hayatını kaybetti. Dublin sokaklarındaki cenaze
alayına kırk bin kişi katıldı. 1920’de Cork’un lord olan belediye başkanı yetmiş
dört gün yemek yemeden geçen açlık grevinin ardından öldü. Sözleri, gelecekte
açlık grevi yapacaklar için mihenk taşı oldu: “En çok acı verenler değil, en
çok acı çekenler kazanacaktır.”
… Hindistan 1947 yılında tam bağımsızlığını
kazandı. Bedeli ise bölünmeydi. Hindistan içindeki Müslüman liderler, Pakistan
devletini kurabilecek yeterlilikte oldukları konusunda ısrar ettiler. Mahatma
Gandhi bu ayrılığa itiraz etti fakat bunun gerekli olduğunu anlıyordu. On iki
milyondan fazla insan taşınmaya başladı. Hindular ve Sihler yeni Pakistan’dan
kaçarken Müslümanlar da karmaşa içindeki Hindistan’dan kaçtılar. Bir dizi
cinayet ve katliamda yarım milyon kişi öldü; yanarak, bıçaklanarak, vurularak
ya da parçalanarak. Kalküta’da nüfusun yüzde yirmi üçü Müslüman olarak kaldı ve
şehirde bir yıldan daha uzun süren dini ayaklanmalar oldu. Gandhi, orada ev
sahibi olan bir müslümanın konuğu olarak şehre geldi ve “Kalküta’ya aklıselim
yeniden hakim olunca” bitirmek üzere açlık grevine (Mahatma Gandhi toplamda on
yedi kez halka açık, sayısız kez de kişisel açlık grevi yaptı) başlayacağını
duyurdu. Üç gün sonra polis, yirmi dört saattir herhangi bir şiddet eylemi
olmadığını rapor etti. Hindu, Müslüman ve Hıristiyan liderler, tüccarlar ve
çalışanlar, barışı muhafaza etmeye söz verdiler. Yüce Ruh bir bardak tatlı
limon suyu içti ve Kalküta’da gelecek aylar boyunca kan dökülmedi.
… Açlık grevleri dünyayı değiştirmek ve utandırmak
içindir. Açlık grevleri güçsüzü güçlünün önünde, bir kişiyi de diğerlerinin
gözünde dengeli bir duruma getirir. Otoritenin gücünün karşısına bedenin
kırılganlığını koyar. Beden güçsüzleştikçe, otoritenin gücü de tuhaf bir
şekilde zayıflar. Bazen otoriteyi temsil edenler bedenin bu halinden etkilenir.
Otoriteye gücünü veren bu kişiler bazen değişikliği dayatanlar olur. Açlık
grevi yapanlar soyunur ve çıplaklıklarını dönüştürürler. Sundukları şey,
çaresizlikleridir. Sergiledikleri zayıflık ise onların gücüdür.
… 1939 yılının Eylül ayında, Polonya’nın Varşova
kenti Alman ordusuna teslim oldu. Bir yıl sonra, Naziler şehrin en fakir
bölgesinde 15 kilometrekarelik bir alanda bir Karantina Bölgesi oluşturdular ve
bütün Yahudileri oraya kapattılar. Hem Polonya’dan hem de başka ülkelerden on
binlerce Yahudi buraya gönderildi. Sonunda neredeyse yarım milyon kişi Varşova’nın
gettolarına getirildi ve bir odaya ortalama yedi kişi yerleştirildi. Hiç kimse
bu gettodan dışarı izin almadan çıkamıyordu. Tayın bedeli dışında hiçbir
yiyecek buraya getirilemiyordu. 1942 yılında işgal altındaki Polonya’da tayın
bedeli Almanlar için günlük 2613 kalori, Polonyalılar için 699 kalori ve
Yahudiler için de 184 kaloriydi. Bir Yahudi, yemek karnesiyle sadece bir parça
ekmek ve bir kase çorba alabiliyordu. Yaklaşık üç yıl boyunca resmi Nazi
politikası insanları aç bırakmaktı. Gettonun Alman valisi şöyle diyordu,
“Yahudiler açlık ve gereksinimler yüzünden yok olacaklar ve Yahudi sorunundan
geriye bir mezarlıktan fazlası kalmayacak.”
… Berson ve Bauman Çocuk Hastanesi zaten getto
sınırları içindeydi, o yüzden yer değiştirmesine gerek kalmadı. Yine de
koşullar o kadar kötüydü ki bir ziyaretçi şöyle diyordu: “Bu zavallı çocukların
hayatlarını daha fazla uzatmamanın daha insancıl olacağı izlenimine kapıldım.”
Başka bir ziyaretçi de giriş bölümündeki yüzü, elleri ve ayakları ödemlerle
şişip kabarmış beş yaşında bir çocuğu tarif etti. Ölmek üzereyken hastaneye
gelmiş. “Çocuk hala dudaklarını hareket ettirebiliyor, yalvarıyor, ekmek
istiyor. Ona bir şeyler yedirmeye çalışıyorum. (…) Yazık, boğazı da şişip
kabarmış, hiç bir şey yutamıyor, artık çok geç.”
… Judenrat, gettodaki gidişatı yönetmek için
kurulmuş bir Yahudi Konseyi’ydi. Araştırmayı başlatan kişi, Judenrat’ın sağlık
biriminin başındaki Dr. Israel Milejkowski’ydi. Bir dermatolog olan Dr.
Milejkowski projenin metnine kısa bir giriş yazısı yazdı: “Gettonun duvarları
arasındaki günlük hayatın en önemli faktörü açlıktı. Belirtileri sokaklardaki
bir sürü dilenciden ve yerde öylece yatan cesetlerden oluşuyordu. (…) Doktor
meslektaşlarımızdan birçoğu da açlık çekti. Buna karşın, hiç kimse çalışmayı
bölmedi ve görev sessizce, alçak gönüllülükle, herhangi bir reklama mahal
vermeden tamamlandı.”
… İki hafta sonra Naziler Varşova Yahudilerini
büyük gruplar halinde sürgüne göndermeye başladılar. Her ne kadar bunun için
seçilen insanlar trenlere doldurulup Treblinka’daki ölüm kamplarına
gönderilerek orada gerçekte banyo olmayan yerlere yıkanma bahanesiyle sokulup
gazla öldürülseler de Naziler buna “Yeniden Yerleştirme Programı” dediler.
Sokak çocukları, incecik sesleriyle ilahiler ve şarkılar söyleyen bir deri bir
kemik kalmış dilenciler ilk giden grup oldu. İkinci gün, mülteci kamplarındaki
çocukları aldılar. Judenrat’ın başındaki Adam Czerniakow, her gün on bin
Yahudi’yi yeniden yerleştirme için hazırlaması istenince ofisine gitti ve bir
siyanür kapsülü yuttu. Dr. Milejkowski o sırada o binadaydı ancak tek
yapabildiği meslektaşının ölümünü ilan etmek oldu. Tarih 30 Temmuz’u
gösterdiğinde yetimhanelerin hepsi boşaltılmıştı. Bazen aralarında oldukça
büyüklerin de olduğu çocuk grupları korku trenlerine konmuyor, en yakın
mezarlığa götürülerek orada vuruluyordu.
… 1965-66 yıllarında antropolog Colin Turnbull,
açlığın kültürleri nasıl şekillendirdiğiyle ilgili en ünlü ve tartışmalı
çalışmayı yaptı. Uganda ile Kenya arasındaki kuzey sınırı yakınlarında yaşayan
ve açlık çeken, sayıları iki bin civarındaki “Ik” denen Afrikalılar üzerinde
yapıldı bu çalışma. Ik halkının yakındaki milli parkta avlanması yasaklanmış ve
verimsiz alanlarda yaşamaya zorlanmışlar. Ik halkı, uzun süreli açlığa
adaptasyon sürecinde sosyal ilişkilerden ve yapılardan vazgeçmişti; hatta aile
ile ilgili olanlardan bile. Her kadın, her erkek ve hatta her çocuk gerçek
anlamda kendi başının çaresine bakıyordu. Ne kocalar karılarıyla, ne karılar
kocalarıyla, ne anne-babalar çocuklarıyla paylaşımda bulunuyorlardı. Sadece
güçlü, bencil ve yırtıcı olan hayatta kalıyordu.
… 1966’daki yazısına, “tıpkı bir mezarlığa girmek
gibiydi, iskeletler yerde sürünüyor ve sağlıklı durumda olan kendi
zürriyetlerinin sepetlerinden dökülmüş zerreleri toplamaya çalışıyorlardı.”
Antropologumuz sık sık yaşlı bir adamı onunla alay eden çocuklardan korumaya
çalışıyor ya da az önce ölmek üzere olan bir kadına verdiği yiyeceği çalan bir
yetişkin koşarak kaçıyordu. Yaşlı insanların “gözleri ve bacakları” yoktu.
Çoktan ölmüşlerdi (Otuz yaşın üstündeki herhangi bir kişi yaşlı sayılırdı.
Benzer şekilde, İkinci Dünya Savaşı edebiyatı da yetersiz beslendiği için
gerçek yaşının iki katı gibi görünen yetişkinlerin anlatıldığı sahnelerle
doluydu.)
… Bir toplumun kendi tarihi ya da kültürü de o
toplumun bir kıtlık karşısında vereceği tepkiyi etkiler. Amansız yiyecek
kıtlığı sırasında bile Iklar yamyamlığa yönelmediler. Fakat 1932-33 yıllarında,
beş ila sekiz milyon Ukraynalının öldüğü, devletin çiftlikleri birleştirdiği ve
yetişen ürünü aldığı kıtlıkta, insanlar ve cesetler gizemli bir şekilde
kaybolmuştu. Yetkililer sert posterler asmış (“Ölü çocukları yemek barbarlıktır”)
ve bütün yamyamlık vakalarını gizli servise devretmişlerdi. Benzer şekilde 1941
Leningrad kuşatmasında iki bin kişi, başka insanları yemekten tutuklandı.
… Çin, açlığın her zaman görüldüğü bir ülke
olmuştu. Kayıtlar M.Ö. 108’den M.S. 1911’e kadar toplam 1828 defa kıtlık
görüldüğünü belgeliyor. Devlet yetkilileri bu tip acil durumlarla baş edebilmek
için ayinsel törenlerden, üretim fazlası yiyecekleri devlete ait ambarlarda
muhafaza etmeye kadar çeşitli yöntemler geliştirdiler. Köylüler de stratejiler
ve nesilden nesile geçen hayatta kalma yöntemleri geliştirdiler. Evin ne zaman
terk edileceğini, çocukların ne zaman köle veya fahişe olarak satılacağını ve
hangi bitkilerin yenebilir, hangilerinin zehirli olduğunu bilmeyi kapsayan bir
kıtlık kültürüydü bu. M.Ö. 3. Yüzyılda Çin nüfusunun neredeyse yarısının
açlıktan ölmekte olduğu bir kıtlıkta, imparator anne-babaların çocuklarını
resmi olarak satabileceklerine veya yiyebileceklerine karar vermişti.
… Mao’nun Kültür Devrimi, açlığı sona erdiren
reformları yapan parti üyelerini birkaç yıl içinde tasfiye edecekti. Çin
haricinde hiç kimse, Çin 1980’lerin ortalarında araştırmacıların diğer
hesaplarla karşılaştırabilecekleri nüfus sayımı verilerini yayımlayana kadar
felaketin büyüklüğünü tahmin edememişti. Otuz ila kırk milyon arası insan
açlıktan ölmüştü. Muhalif Wei Jingsheng’in notları 1980’de Çin’den kaçırıldı ve
New York Times’ta yayınlandı: “Komşu köydeki bir arkadaşımın evindeki toplantı
sırasında yemek için birbirleriyle bebeklerini değiştiren köylülerle ilgili
dehşet dolu hikayeleri duydum. Hepsine acıdım. Bu anne-babaları insan eti
tadacak hale kim getirmişti?”
… Dünyada 800 milyon civarında insan kronik
beslenme yetersizliğiyle savaşıyor. Yaklaşık bir bu kadar insan da kuraklık
veya savaşın neden olduğu ani açlığa karşı savunmasız. Gerçek şu ki benim
yapmaya niyetlendiğim hiçbir şey yeterli değil. Tejar’daki (Guatemala) kadının
yapmaya niyetlendiği hiçbir şey yeterli değil. Steve Collins’in yapmaya istekli
olduğu hiçbir şey yeterli değil. B planı zamanı.
… İlk olarak bir grup İrlandalı dini liderin Biafra’daki
1968 kıtlığında kurdukları Consern Worldwide hakkında konuşuyoruz. İrlandalılar
büyük ölçüde yoksul ülkelerdeki misyonerlik görevleri, kısmen de kendi kıtlık
tarihleri ve 1845-50 yıllarındaki Büyük Açlık nedeniyle insani yardım alanında
uzun zamandır aktifler.
… Açlık ile yaşayan insanların çoğunluğu Doğu ve
Güney Asya’da yaşıyor; çoğunluğu Hindistan ve Çin’de olan 505 milyon insan.
Kuzey Afrika ve Yakın Doğu’da 41 milyon kronik beslenme yetersizliği, Latin
Amerika ve Karayipler’de 53 milyon kişi daha. Sahra Altı Afrikası’nda ise
nüfusa oranla en yüksek yüzdeyle 198 milyon kişi. Bu aç insanların yüzde 50’si
küçük ölçekli tarım yapan çiftçiler, yüzde 22’si kırsalda yaşayan topraksızlar,
yüzde 20’si şehirlerde yaşayanlar ve % 8’i balıkçılar, avcılar ve
toplayıcılardan oluşuyor.
… Bu büyük resim. Çoğumuz daha küçük bir resimde
yaşıyoruz. Biz de Concern Worldwide, Tejar’daki Amerikalı kadın, ilk adımları
çoktan atmış olan insanlar, sahra tuvaleti inşa edenler, kreş kuranlar ve keçi
dağıtanlar gibilerine yardım ederek birkaç hayatı değiştirebiliriz. BM Açlık
Görev Gücü’nün amaçlarını destekleyen ekonomik ve politik sistemlere
ihtiyacımız var. Açlığın sona erdirilmesinin de diğer ulusal sorunlar kadar
önceliğe sahip olduğu konusunda ısrarlı olacak liderlere ihtiyacımız var. Eğer
gerekirse bu liderleri yetiştirmemiz gerekecek: Bu bizim ahlaki eksikliğimiz.
… Artık Büyük Açlık kaçınılmazdı. Bir yandan,
patates hastalığı doğal bir felaketti ve gıda kıtlığı gerçekti. İhracat
yasaklanmış ve mevcut olan bütün gıda ihtiyaç sahiplerine dağıtılmış olsaydı
bile yeterli olmayacaktı. Fakat Britanya Hükümeti ve İrlanda’nın elitleri
etkili bir şekilde müdahale etselerdi çok daha fazla sayıda insan hayatta
kalabilirdi. Sonunda, 1845-50 yılları arasında Britanya hazinesi yardım olarak 7
milyon poundun üzerinde bir yardım yaptı. Bu tutar daha önce Batı Hindistanlı
köle sahiplerine, kölelerini serbest bırakma bedeli olarak verdikleri 20 milyon
pound ve kısa süre sonra 1854-56 yılları arasındaki Kırım Savaşı’nda
harcadıkları 70 milyon poundla kıyaslanınca bir tezat oluşturuyordu. Bu kıtlık,
kapitalizmin bir başarısızlığı olarak adlandırılabilir. Ekonomik ideoloji
baskın çıkmıştı, tıpkı olağan şüpheliler olan açgözlülük, ilgisizlik, cehalet
ve korku gibi. (İrlanda her zaman yakındaki bir düşmandı, İngiltere
düşmanlarını barındırmaya ve isyana hep hazırdı)
… 1992’de İrlanda Devlet Başkanı Mary Robinson,
Somali’yi ziyaret etti. Çocuğunun kundağını bile kaldıramayacak kadar güçsüz
düşmüş bir kadının yanına oturdu, yaraları olan ve etrafında sinekler uçuşan
hasta bir bebek, ağzının ve gözlerinin üzerinde emekliyordu. Basın
toplantısında, Robinson duygusal bir ifadeyle konuştu, “İçsel bir adalet hissim
var ve bu derinden yaralandı. Gördüklerim karşısında utanç duydum; utandım,
utandım… Vicdani duygularımız neden daha kuvvetli değil?”
Büyük Açlık’tan miras kalan çok şey var: öfke,
suçluluk, içsel bir adalet duygusu. Yine de bu kıtlığın hikayesi son derece
şaşırtıcı ve bugünkü İrlanda’nın genel durumuna bakılınca bir o kadar umut
dolu. Yaşananlardan yüz elli yıl sonra, Croagh Patrick’ten ve Ulusal Kıtlık
Anıtı’ndan ayrılarak küçük turist kasabası Westport’a giderseniz, orada en ucuz
yatak ve kahvaltıya makul bir fiyat ödersiniz ve önünüze kahvaltıda
yiyebileceğinizden çok daha fazlası gelir. Yüz elli yıl sonra İrlanda, Avrupa’nın
ve dolayısıyla dünyanın en yüksek yaşam standartlarına sahip ülkelerden biri.
Ekonomisine Kelt Kaplanı deniyor. İnsanları maddi açıdan; gıda, miras ve
manzara açısından zenginler. Birçok ziyaretçi gibi siz de oradan gitmek
istemeyeceksiniz.