19 Temmuz 2015 Pazar

Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara



Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara (Mathias Enard'dan)

İstanbul'dan ona; hayatın tutmaya izin vermediği ellerin terk edilişi, artık okşanamayacak yüzler, hala kurulamayan köprüler kaldı.

Adriyatik'te bir gemide, Adriyatik'in rüzgarlarına karşı oturan Michelangelo pişman. Midesi bulanıyor, kulakları uğulduyor, korkuyor. Bu fırtına Tanrı'nın bir gazabı. Ragusa açıklarında, sonra Mora önlerinde kafasında Aziz Paulus'un "Dua etmeyi öğrenmek için deniz yolculuğu yapmak gerek" cümlesi var ve bunu anlıyor. Deniz düzlüğünün sonsuzluğu onu dehşete düşürüyor.  

...Hem Osmanlı Padişahı tarafından teklif edilen meblağ muazzamdı. Elli bin dükaya eşit, yani Papa'nın iki yıllık çalışma karşılığında ödediği miktarın beş katı. Bir ay. Bayezid'in bütün istediği bu kadardı. İstanbul ile kuzeydeki Pera semti arasında bir köprü inşaatı projesi hazırlamak, çizmek ve başlatmak için bir ay. Altın Boynuz denilen yerin, Bizanslıların Hriso Keras'ının iki yakasını birbirine bağlayacak bir köprü.

..."Her şeyden önce, çalışmak bu. Çalışma olmadan yetenek bir hiçtir. İstersen sen de dene."

Paniğe kapılan Manuel başını sallıyor.
"Ama ben bilemem ki, Maestro, çizim konusunda hiçbir bilgim yok."
"Sana nasıl öğrenileceğini söyleyeceğim. Başka yolu yok bunun. Sol kolunu elin yarı açık olarak önündeki masanın üstüne daya, başparmağın gergin olsun, sağ elinle de gördüğünü bir defa, üç defa, bin defa çiz. Modele ya da öğretmene ihtiyacın yok. Her şey bir elin içinde. Kemikler, hareketler, maddeler, oranlar ve hatta kıvrımlar. Gözüne güven. Öğrenene kadar baştan başla. Sonra bir tabureye dayayıp ayağınla da aynı şeyi yapacaksın; sonra bir aynanın yardımıyla yüzünle. Ancak bunlardan sonra modele geçip duruşları çalışabilirsin."

...Hıristiyanlığa karşı böylesine hoşgörülü olan bu Müslümanlar tuhaf insanlar. Pera'da daha çok Latinler ve Rumlar yaşıyor, pek çok kilise var. Uzak Endülüs'ten gelmiş birkaç Yahudi ile Mağribi de giyimlerinden belli oluyor. Yakın bir tarihte Hıristiyan olmayı reddeden herkes İspanya'dan kovulmuş.

...Bu Osmanlılar kesinlikle ışık ustası. Tıpkı Bayezid Camii gibi bir tepede yer alan Bayezid Kütüphanesi her yerde var olan ama rahatsız etmeyen, ışıkları okuyanlar üzerine asla doğrudan vurmayan bir güneşle dolu. İhtişamıyla ziyaretçiyi ezmek yerine onu bütünün merkezine yerleştiren, onu okşayan, coşturan, sakinleştiren bu sade mekandaki mucizevi ahengin sırrının pencerelerin konumunun ve bakış yönlerinin yerleştirilmesindeki ustalıkta yattığını keşfetmek için insanın Michelangelo'nun dikkatine sahip olması gerekir. Michelangelo'nun merakı sınırsız. Onu her şey ilgilendiriyor.

...Michelangelo Boğaz'ın sakin sularında yol alırken, gençliğinde gittiği Venedik'i Mestre'den ayıran deniz yolunu hatırlıyor; burada bu kadar Venediklinin olmasına şaşmamak lazım, diye düşünüyor. Bu şehir Serenissima'ya (Huzur ülkesi - 1657-1757 arasında Venedik Cumhuriyeti'ne verilen ad) benziyor ama her şeyin yüzle çarpıldığı olağanüstü boyutlarda.

...Bayezid resmi bir tonla mühendisbaşına çalışmalara bir an önce başlanmasını emrediyor.
Sonra Allah'ın yeryüzündeki gölgesi, Floransalıyı yanına yaklaştırmalarını istiyor ve ona üzerinde, hatla yazılmış tuğrasının bulunduğu kıvrılmış bir parşömen kağıdı takdim ediyor; Michelangelo saygıyla eğiliyor.
Görüşme birkaç dakika ancak sürdü ama sanatçı Sultan'ın yüzüne bakacak, güçlü kuvvetli yapısını, kartal burnunu, koyu renk iri gözlerini, kara kaşlarını, şakaklarındaki yaşlılık izlerini görecek zamanı bulabildi.

Haliç üzerindeki yeni köprünün inşaatı resmi olarak 20 Haziran 1506 günü, limanın bir kısmının kapatılması ve yapı için gerekli binlerce taşın nakliyesi için bir platformun inşaatı ile başladı.
...İstanbul çok tatlı bir hapishane. O nasıl Bayezid'le Papa arasında, Mesihi'nin sevgisiyle bir içim su şarkıcının yakıcı hatırası arasında kalıyorsa, şehir de Doğu'yla Batı arasında gidip geliyor.

Biri yırtık ve kan lekeli dört yün gömlek, iki flanel cepken, aynı kumaştan bir üstlük, üç tüy kalem ve üç şişe mürekkep, kırık bir ayna, üstleri çizimlerle karalanmış dört sayfa, yazılarla doldurulmuş iki sayfa, bir pergel, kurşun bir kutuda sanginle çizilmiş resimler, içinde çeşitli tuzlar bulunan gümüş bir tabaka, aynı madenden bir çanak; işte Michelangelo'nun ayrılmasından sonra odasında bulunan ve Osmanlı katiplerinin sistemli bir şekilde kayda geçirdiklerinin tam listesi.
Michelangelo İstanbul'u gizlice terk ediyor. Üç ay önce yaralı, kalbi kırık, incinmiş olarak Roma'dan nasıl kaçtıysa, şimdi de peşinde ölüm tehlikesi, iş işten geçmeden, zamanında karşılık vermesini bilmediği bir aşkın hatırasıyla yıkılmış, Mesihi'nin kıskançlığı yüzünden ihanete uğradığına inanarak, iktidar sahipleri tarafından kandırılmış, kardeşlerinin ısrarının, yeniden Papa'nın hizmetine girecek olma düşüncesinin baskısı altında ezilmiş durumda.
İstanbul'dan meteliksiz ayrılıyor.

14 Eylül 1509 günü, Michelangelo, Sistina Şipali'nin projesine başladığı sırada İstanbul korkunç bir depremle yıkılır. Vakanüvisler korkunç kayıpları tek tek kayda geçirirler; yüz dokuz cami ve bin yetmiş ev tamamen yıkılır; kadın erkek, çoluk çocuk binlerce insan enkaz altında kalarak can verir. Deniz tarafındaki surlar kısmen, kara tarafındakiler tamamen çöker. Ayasofya Bazilikası'ndaki Bizans mozaiklerini kapatan sıvalar dökülünce, İncil yazarlarının portreleri ortaya çıkar; tek bir kilise yıkılmadığı için, Hıristiyan halk, azizlerin kiliseleri koruduğunu söyler.
Ne var ki bu azizler, ayakları, dayanma direkleri ve ilk kemerleri çoktan çıkılmış bulunan Michelangelo'nun köprüsüyle hiç ilgilenmemişler: Yapı sarsıntıyla çökmüş; molozları, deprem yüzünden azgınlaşan sularla Boğaz'a sürüklenmiş ve bir daha adını anan olmamış.

Uzun yıllar sonra, Şubat 1564'te sıra Michelangelo'dadır, ölmeye hazırlanmaktadır.
On yedi büyük mermer sütun, yüzlerce metrekarelik freskler, bir şapel, bir kilise, bir kütüphane, Katolik dünyasının en ünlü kubbesi, pek çok saray, Roma'da bir meydan, üç yüz şiir, sone ve madrigal, bir o kadar desen ve etüt, sonsuza kadar sanatla, güzellikle, dehayla birlikte anılacak bir isim: İşte, İstanbul'a yaptığı yolculuktan altmış yıl sonra, seksen dokuzuncu doğum gününden birkaç gün önce, Michelangelo'nun daha pek çok şeyle birlikte arkasında bırakmaya hazırlandığı şeyler. Zengin olmuş, hayalleri gerçekleşmiştir.
Bu arada aşkı tanımadığı için, sadece siyah bir perçemin hatırasına tutunarak aşk soneleri de yazdı. Kolundaki beyazlaşmış yara izini sık sık okşuyor ve kaybolan dostunu düşünüyor.
İstanbul'dan ona buğulu bir ışık, buruklukla karışık ince bir sızı, uzak bir müzik, yumuşak şekiller, zamanla paslanan hazlar, şiddetin, kaybetmenin acısı: Hayatın tutmaya izin vermediği ellerin terk edilişi, artık okşanamayacak yüzler, hala kurulamayan köprüler kaldı.

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Sineklerin Tanrısı



Sineklerin Tanrısı (William Golding'den)

"Sineklerin Tanrısı'nda gördüğümüz ıssız ada da yeryüzünün cennetlerinden biridir. Çocuklar da bu adanın, okudukları Mercan Adası'na çok benzediğini söylerler. Ne var ki, başlangıçta bunu hiç sezinlemediğimiz halde, atom çağının çocukları, bu güzelim adayı her açıdan bir cehenneme çevireceklerdir" Mina Urgan

..."Aptal bir küçük oğlansın sen." dedi Sineklerin Tanrısı. "Cahil ve aptal bir küçük oğlandan başka bir şey değilsin."
Simon, ağzında şişen dilini oynattı; ama bir şey söyleyemedi.
"Öyle değil mi?" diye sordu Sineklerin Tanrısı. "Aptal bir küçük oğlandan başka bir şey değilsin."
Simon, aynı sessizlikle karşıladı bu soruyu.
"Peki öyleyse" dedi Sineklerin Tanrısı. "Koşup ötekilerle oynasan daha iyi olur. Onlar, kafadan çatlak sanıyorlar seni. Ralph'ın seni kafadan çatlak sanmasını istemezsin, değil mi? Sen Ralph'ı çok seversin, değil mi? Domuzcuğu da, Jack'i de?"
Simon başını hafif kaldırmıştı. Gözlerini ayıramıyordu Sineklerin Tanrısı'ndan ve Sineklerin Tanrısı gözlerinin önünde boşlukta asılıydı.
"Ne yapıyorsun burada, tek başına? Korkmuyor musun benden?"
Simon titredi.
"Sana yardım edecek kimse yok. Ben varım ancak. Bense, canavarım."
Simon, ağzını zorla kımıldattı; ancak duyulabilecek bir söz söyledi:
"Bir değneğe takılmış domuz başı."
Baş, "Canavarın avlanıp öldürülebilecek bir şey olduğunu sanmak da nereden aklınıza geldi!" dedi.
Ormanda ve Simon'un belli belirsiz görebildiği başka yerlerde, bir kahkahanın gülünç taklidi çınladı bir iki saniye.
"Sen biliyordun, değil mi? Sizlerin bir parçası olduğumu biliyordun? Sizlere öyle yakın, öyle yakın, öyle yakınım ki! Her şeyin bozuk gitmesinin nedeniyim ben. Bunu biliyorsun, değil mi?"
Kahkaha yeniden ürperircesine çınladı.
"haydi" dedi Sineklerin Tanrısı; "Ötekilerin yanına git de unutalım bu olup bitenleri."
Simon'un başı boşlukta sallanmaktaydı. Değneğe takılı rezil şeye özenircesine gözleri yarı kapalıydı. Bir nöbet geçireceğini biliyordu. Sineklerin Tanrısı bir balon gibi şişiyordu.
"Gülünç bir şey bu. Oraya gitsen de gene ancak benimle karşılaşacağını pekala biliyorsun. Onun için kaçmaya kalkma!"
Simon'un bedeni bir yay gibi gerilmiş, kaskatı kesilmişti. Sineklerin Tanrısı, bir öğretmen sesiyle konuştu:
"Yeterince ileri gitti bu iş. Benim zavallı yolunu şaşırmış çocuğum, benden daha mı iyi bileceksin yoksa?"
Bir duraklama oldu.
"Haberin olsun öfkeleneceğim. Anladın mı? Seni istemiyorlar. Anladın mı? Biz eğleneceğiz bu adada. anladın mı? Biz eğleneceğiz bu adada! Onun için, bir haltlar çevirmeye kalkma, benim zavallı yolunu şaşırmış çocuğum, yoksa..."
Simon, koskocaman bir ağzın içine bakar buldu kendini. Bu ağzın içinde bir karanlık vardı, yayılan bir karanlık.
"...Yoksa" dedi Sineklerin Tanrısı, "Seni yok ederiz. anladın mı? Jack, Roger, Maurice, Robert, Bill, Domuzcuk ve Ralph. Yok ederiz. Anladın mı?"
Simon ağzın içindeydi. Düştü, bayıldı.

...Ralph sessizce subaya baktı. Eskiden bu kumsalları saran o garip güzellik, hayalinde canlanıveriyor gibi oldu bir an. Ama şimdi kuru bir odun parçası gibi kavrulmuştu bu ada. Simon ölmüştü... Jack ise... Ralph'in gözlerinden yaşlar boşandı; hıçkıra hıçkıra, titreye titreye ağladı. Buraya geleli ilk kez kendini koyuveriyor, ağlıyordu. Duyduğu keder, tüm gövdesini ürpertti, sarstı, parçaladı sanki. Ralph'in sesi, adanın tutuşmuş yıkıntısı karşısında, kara dumanın altında yükseldi. Ralph'ın acısı, öteki çocuklara da geçti; onlar da titremeye, ağlamaya başladılar. Ve çocukların arasında Ralph, kirli bedeni, karmakarışık saçları, silinmemiş burnuyla, çocukluk döneminin bitmesine, insan yüreğinin karanlığına ve Domuzcuk denilen o gerçek, o akıllı arkadaşın havalarda uçup ölmesine ağladı.
Bu gürültünün arasında kalan subay duygulanmış, ne yapacağını da biraz şaşırmıştı. Çocuklar, toparlanmaya vakit bulsun diye, sırtını çevirdi, uzaktaki biçimli kruvazöre bakarak bekledi.

...Ralph'ın günün birinde bu adadan kurtulacağı, evine geri döneceği içine doğduğu gibi, canavarın da dış dünyada değil, çocukların kendi içlerinde olabileceğini anlar. Simon, "Bizden başka canavar yok belki" derken, Golding'in de belirttiği gibi, "insanlığın başlıca hastalığını" dile getirmek ister.

Belirli koşullar altında yetişkinler böyle davranabilir, ama altı ile on iki yaş arasında küçük çocuklar, uygar dünyanın baskısından uzaklaşınca, nasıl böyle vahşileşebilir, kan dökecek kadar acımasız olabilir diye düşünen birçok kişi, küçüklerde bile bu kadar korkunç bir şekilde belirdiğine göre, Sineklerin Tanrısı'nda kötülüğün insan yaratılışında doğuştan var olduğu görüşünün savunulduğu kanısına varıp dehşete kapılmıştır. Çünkü çocukların tertemiz birer melek oldukları konusunda, yanlış olduğu kadar da yaygın bir inanç vardır.

Oysa Sineklerin Tanrısı'nda çocuklarda, kötülüğe yönelik duygular kökünden kazılmamış, bazı yasaklarla sınırlandırılmıştır ancak. Örneğin çocukların en acımasızı Roger, deniz kıyısında tek başına oynayan bir küçüğü taşlamak istediği halde, adaya gelmeden önce bellediği bazı yasaklardan ötürü, bunu yapamaz ilkin. Çocuğun çevresine taşlar atmakla yetinir. Ama daha sonraları, yazarın deyimiyle "yıkılıp giden" bir uygarlığın koyduğu yasaklara aldırmadan, koskocaman bir kayayı Domuzcuk'un üstüne devirir. Roger ve öteki çocuklar yıkılıp giden bir uygarlıkta değil de, barış ve sevgiye dayanan gerçekten uygar bir ortamda yetişselerdi, başka türlü davranırlardı elbette. Ne çare ki, atom ve nötron bombası çocuklarıdır bunlar.

Sineklerin Tanrısı, İkinci Dünya Savaşı'ndan kısa bir süre sonra, bu savaşta yıllarca çarpışan insanların birbirlerine nasıl kıydıklarını kendi gözleriyle görüp, birçok umutlarını yitiren biri tarafından yazılmıştır. Golding, insanların tümüyle kötü olduklarına değil, dış dünyada da, insanların iç dünyasında da iyilikle kötülüğün, aydınlık güçlerle karanlık güçlerin çarpıştığına inanır aslında.