29 Ağustos 2015 Cumartesi

Köy Enstitüleri



Köy Enstitüleri (Can Dündar'dan)

Biz yurdun öz sahibi, efendisi, köylüyüz!

İlk Gün;
40 kişiydiler. Hepsi yoksul köylü çocuklarıydı. Aralarında hiç kız yoktu. Eskişehir'e kimi ana babasıyla kimi yalnız geldi. İlkokulu bitirdikten sonra, "Çifteler'e öğretmen okulu açılıyor" diye duymuş, babalarının zar zor topladığı 30 lirayı kayıt için verip soluğu Eskişehir'de almışlardı.
5 yıl orada okuyacak, öğrenecek ve köylerine öğretmen olarak geri döneceklerdi.
Hızla büyüyecek bir eğitim ordusunun ilk neferleri olduklarından haberleri yoktu.
1937 yılıydı. Yoksulluk diz boyuydu.

...Siyah dar paçalı, arkası bohçalı, donlu çarık giymişlerdi. Ben nahiyeden gittiğim için daha bol paça pantolonum vardı ama arkadaşların çoğu, bu dediğim kıyafetteydi. Çoğunun ceketi yok, sıkma dediğimiz yakasız gömlek, şimdi hakim yaka diyorlar; moda oldu. O, yokluktan öyle dikilirdi tabi.

...Kurtuluş 15 yıl önce gerçekleşmiş ama ülke yoksulluktan ve cehaletten kurtulamamıştı. Ne dil devrimi ne de okuma yazma seferberliği köyün gelişmesine yetmişti. Ülkenin nüfusu 16 milyondu, okuryazar sayısı sadece 2.5 milyon... Yani 7 kişiden sadece biri okuma yazma biliyordu. 
Nüfusun yüzde 80'i köylerde yaşıyordu, çocukların geldiği Anadolu cehalet içinde kıvranıyordu.

Mustafa Kemal'in adını koyduğu projenin başına İsmail Hakkı Tonguç getirildi. Tonguç, Gazi Eğitim Enstitüsü'nde elişi hocasıydı. Özellikle köyde eğitim konusunda araştırma ve çeviriler yapmıştı. Orduda çavuş ve onbaşı olarak askerlik yapmış 85 kişi köylerinden çağrılıp Eskişehir Çifteler'e eğitime alındı. 6 ay kurs görecek ve köylerine dönüp çocuklara temel eğitim vereceklerdi.

...Atatürk'ün ölümü, bir dönemin kapanışının da habercisiydi. Atatürk'ten sonra liderliği İsmet İnönü devralacak ve köyde eğitim projesini sürdürme görevi ona düşecekti. İnönü, cumhurbaşkanı seçilince kabineyi Celal Bayar kurdu ve milli eğitim bakanlığına Hasan Ali Yücel getirildi. Yücel, hayatını eğitime adamış bir felsefe hocasıydı.
Bakanlıkta tam bir devrim yaptı. Üniversiteler kanunu çıkararak özerkliği güvence altına almaya çalıştı. Dünya klasiklerinin çevrilmesi için bir tercüme bürosu kurdurarak 500'den fazla eserin Türkçe'ye kazandırılmasını sağladı. Ama onu ölümsüzlüğe kavuşturacak asıl projesi Köy Enstitüleri oldu. Yücel'in Milli Eğitim Şurası'nda tartışmaya açtığı bu proje, cumhuriyetin en önemli hamlelerinden biriydi. 
Yücel, bir yasa tasarısı hazırlatarak ülkeyi, tarım koşullarına göre her biri 3-4 ili kapsayan 21 bölgeye ayırdı.
Bu 21 bölgenin en uygun yerlerine birer Köy Enstitüsü kurulacaktı. Enstitüler şehirden uzakta olacak ama mümkünse tren istasyonuna yakın bir yere kurulacaktı. Bu enstitülerde köyün kalkınması için gerekli öğretmenler yetiştirilecekti. Öğretmen sadece okuma yazma öğretmekle kalmayacak, aynı zamanda köylüye modern tarım tekniklerinden marangozluğa, müzikten hasta tedavisine kadar her konuda eğitim verecekti. 
Hem geri kalmış bölgeleri kalkındıracak hem de olası göç hareketlerini önleyecek bir projeydi.

Okulların adı "enstitü" konuldu; çünkü bilgiyi iş haline getirerek uygulayan bir eğitim sistemi öngörülüyordu.

...Köy enstitüleri fikri böyle doğdu ve 1940-53 arasındaki 13 yıl boyunca 21 enstitüden 17 bin mezun verdi.

...İşte o andan sonra Anadolu'nun dört bir yanından gelmiş yüzlerce öğrenci, hocalarıyla el ele verip örneği görülmemiş bir çalışmaya başladılar. Önce yan yana dizilip kilometrelerce uzanan bir insan hattı üzerinde elden ele taş taşıdılar. Su olukları açtılar, kalasları 6 km uzaktaki Lalahan İstasyonu'ndan raylar üzerinde sürüyerek Hasanoğlan'a taşıdılar.

...Yücel'in çevirisini yaptırdığı klasikler burada bulunabiliyordu. Her öğrenci bir yıl içinde 25 klasik eseri okumak zorundaydı.

...Bu serbest okuma saatinde, isteyen öğrencilere müzik öğretmenleri tarafından mandolin, keman, bağlama dersleri de veriliyordu. Hatta bağlama dersini kimi zaman, enstitüleri birer birer gezen Aşık Veysel veriyordu.

...Ancak enstitülerin özelliği, bununla yetinilmemesi ve iş eğitimine de aynı oranda önem verilmesiydi. Derslerin yüzde 25'inde tarım dersleri veriliyordu. Tarım saati geldiğinde öğrenciler kazmaları kürekleri sırtlayıp "Ziraat Marşı" eşliğinde enstitünün tarlalarına gidiyorlar ve modern zirai teknikleri öğreniyorlardı.

...Bunun üzerine Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü açıldı. Sadece köylü çocuklarının gideceği bu yüksek okul, bir anlamda Türkiye'nin ilk köy üniversitesi olacaktı. Köy çocukları, enstitülerini olduğu gibi üniversitelerini de kendileri inşa ettiler. 131 öğrenci, temelinden çatısına kadar, harcını karıp tuğlasını dizerek kısa sürede bir üniversite inşa etti.

...Ancak Hasanoğlan asıl şöhretini sanat eğitimiyle yaptı. Güzel Sanatlar Bölümü içinde öğrencilere resim, müzik, heykeltıraşlık, tiyatro eğitimi veriliyordu. Her öğrenci bir müzik aletini çalmayı öğrenmek zorundaydı. Sanat derslerine Ankara Konservatuvarı'nın en iyi hocaları geliyordu. Batı edebiyatı derslerini Sabahattin Eyüboğlu, müzik derslerini Aydın Gün, Veysel Arseven ve Ruhi Su veriyordu.

...Gece toplantısını ihbar edenler ise o sıralar Sabahattin Ali ile davalı olan Nihal Atsız'ın öncülüğündeki Turancılardı. Enstitü, içten içe kaynamaya başlamıştı.

...İnönü, gelen haberlerden, bu iddiaların tamamen yersiz olmadığı kanısına vardı. Seçimlere 3 ay kalmış ve söylentiler her tarafa yayılmıştı. İsmet Paşa, kendi yarattığı eseri sürdürmek ile durdurmak arasında sıkışmıştı. Bir yanda ömür boyu korumaya söz verdiği enstitüler vardı, diğer yanda kendisine seçim kaybettirecek komünistlik iddiaları...
Hayatının en zor kararlarından birini vermek zorundaydı. Düşündü, taşındı ve sonunda doğru bildiğini seçti: Enstitülerden vazgeçti.

...CHP, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü'nü kapattıktan sonra, 1948'den itibaren, ilahiyat fakülteleriyle imam hatip kurslarının açılmasına izin verdi. Ancak buna rağmen 1950 seçimlerini kaybetti. İktidara gelen Demokrat Parti, 1953 yılında bütün Köy Enstitüleri'ni kapattı. Köy Enstitüleri'nin 13 yıllık koşusu böylece sona erdi.

16 Ağustos 2015 Pazar

Barbarları Beklerken



Barbarları Beklerken (J.M. Coetzee'den)

"Hiçbir şey hayal edebileceklerimizden kötü olamaz"


..."Bu herif saçmalıyor!" diye bağırıyorum. Odada öfkeden dört dönüyorum. İnsan asla subayları başkalarının, babaları da çocuklarının önünde kötülememeli, ama bu adama karşı kalbimde bir bağlılık duymuyorum.

...Adamlardan birini yiyecek getirmesi için mutfağa gönderiyorum. Dünden kalma bir somun ekmek getirip en yaşlı tutsağa veriyor. Yaşlı adam ekmeği iki eliyle, saygıyla alıp kokluyor, bölüyor ve parçaları ötekilere dağıtıyor. Ağızlarını bu kudret helvasıyla doldurup gözlerini kaldırmadan hızlı hızlı çiğniyorlar. Bir kadın avucuna çiğnenmiş ekmeği tükürüp bebeğini besliyor. Daha fazla ekmek getirmelerini işaret ediyorum. Tuhaf hayvanlara bakar gibi durup yemek yemelerini izliyoruz.

...Onları en son beş gün önce gördüm. (Keşke onları gerçekten gördüm diyebilseydim, keşke onlara dalgın dalgın, isteksizce şöyle bir göz atmaktan fazlasını yapabilseydim.) Bu beş gün içinde neler yaşadıklarını bilmiyorum. Şimdi balıkçılar ve göçebeler, muhafızları tarafından güdülerek avlunun köşesinde küçük, umutsuz bir küme halinde topluca duruyorlar; hastalar, açlar, yaralılar, korku içindeler. Dünya tarihinin bu belirsiz bölümünün birden sona erdirilmesi, bu çirkin insanların yeryüzünden silinmesi ve yeni bir başlangıç yapmak, artık adaletsizliğin, acının olmayacağı bir imparatorluk kurmak için yemin etmemiz en iyisi olurdu.

..."Bir şeyi yapmak istiyorsan yaparsın" diyor çok sert bir sesle. Açık konuşmaya çalışıyor; ama belki de, "Eğer yapmak isteseydin yapardın" demeye getiriyor. Paylaştığımız eğreti dilde nüanslar yok. Gerçeklerden, pragmatik belirliliklerden hoşlandığını fark ediyorum.

...Egzersiz vakitlerini özlemle bekliyorum, yüzümde rüzgarı, ayaklarımın altında toprağı hissetmeyi, başka çehreler görmeyi ve insan seslerini işitmeyi. Yalnız geçen iki günden sonra dudaklarım gevşek ve işe yaramaz gibi geliyor, kendi sesimi tuhaf buluyorum. İnsan gerçekten de tek başına yaşamak için yaratılmamış! Günümü beslendiğim saatlerde odaklıyorum mantıksızca. Yemeğimi bir köpek gibi yalayıp yutuyorum. Hayvansı bir yaşam beni bir hayvana dönüştürüyor.

...Bütün bunların rahatlatıcı bir yüceliği yok. Gece vakti inleyerek uyandığımda bunun sebebi düşlerimde o en adi aşağılanmaları tekrar yaşıyor olmam. Anlaşılan bana izin verilen tek ölüm şekli bir köşede köpek gibi ölmek.

...Kollarımı kaskatı tutabilirsem, yeterince akrobatik olup bir ayağımı kaldırarak halata dolayabilirsem havada ters asılı durup boğulmaktan kurtulabilirim: Beni yukarı çekmeye başlamalarından önceki son düşüncem bu. Ama bir bebek gibi güçsüzüm, kollarım sırtımın üstünde yükseliyor ve ayaklarım yerden kesilirken omuzlarımda korkunç bir yırtılma hissediyorum, sanki kaslarım yırtılıyor. Boğazımdan ilk acılı kuru böğürtü çıkıyor, dökülen çakılların sesini andırıyor. İki küçük oğlan ağaçtan atlayıp el ele, arkalarına bakmadan koşarak uzaklaşıyor. Tekrar tekrar böğürüyorum, bunu durdurmak için yapabileceğim hiçbir şey yok, ses belki de onarılamayacak kadar hasar görmüş olduğunu bilen ve dehşetle kükreyen bir bedenden çıkıyor. Kasabadaki bütün çocuklar sesimi duyacak olsa bile kendimi durduramam: Dua edelim ki büyüklerinin oyunlarını taklit etmesinler, yoksa yarın ağaçlardan bir sürü minik bedenler sarkacak. Biri beni itiyor ve yerden 30 santim yukarıda öne arkaya iri, yaşlı bir güve gibi sallanmaya başlıyor, kükrüyor, haykırıyorum. "Barbar arkadaşlarını çağırıyor" diyor biri. "Bu duyduğunuz barbar dili." Gülüşüyorlar.

...Düşlediğim sahne bu değil. Bu günlerde sık sık olduğu gibi, bu sahneden de kendimi bir aptal gibi, yolunu çok önceden kaybetmiş, ama çıkmaz bir yolda ilerlemekte ısrar eden bir adam gibi hissederek ayrılıyorum.