7 Kasım 2016 Pazartesi

Çekirge Etkisi




Çekirge Etkisi (Gary A. Haugen & Victor Boutros'den)


Eğer yoksulluğun hüküm sürdüğü bir yerde tecavüz, zorla çalıştırma, alıkoyma, arazi gaspı ve kolluk gücü istismarı sıradan bir hal aldıysa oradaki insanlara yardım etmenin ilk adımı, kamusal adalet sistemini güçlendirmek olmalıdır.


...Gelişmekte olan dünyada 3 şehirli insandan biri gecekondu mahallesinde yaşıyor; bu da demek oluyor ki Laura gibi sefil ve tıklım tıklım gettolarda, arazi üzerinde sağlam bir mülkiyet hakkı olmaksızın yaşayan bir milyara yakın insan var (birleşmiş milletler hesaplamalarına göre 828 milyon). 

...Yoksulluğun azaltılması eğilimlerine bakıldığında, soru: bardağın yarısı boş insanı mısınız, yoksa bardağın yarısı dolu insanı mı?
Yoksulluk oranları: Günde 2 dolara yaşayan insanların mutlak sayısı, ki bu çok zorlu bir yoksulluk, 1981'de 2,59 milyardan 2008'de 2,47 milyara çok az oynamış ve 2015'te yine 2 milyar. Öte yandan, 1981'de gelişmekte olan dünyada koskocaman bir % 70, günde 2 dolardan az parayla yaşıyordu; ki bu 2008'de % 43'e indi.
Sağlık: Her yıl 5 yaşının altında 7,6 milyon çocuk önlenebilir ve tedavi edilebilir nedenlerden (çoğunlukla yiyecek ve tıbbi bakım mahrumiyetinden) ölüyor. 
Su: 780 milyon insanın, hayatın en temel yapı taşı olan temiz suya erişimi yok. Fakat 1990'dan itibaren, kendilerini sadece hasta eden ve öldüren suyu olan 2 milyar insan temiz suya erişim kazandı.
Açlık: Dünyada yaklaşık bir milyar insan aç kalıyor ve gelişmekte olan dünyadaki insanların % 16'sı besinsiz.
Eğitim: Dünya çapında 67,5 milyon çocuk hiç okula gidemiyor ve 775 milyon yetişkin okuyup yazamıyor.
İskan: 100 milyon evsizle birlikte standardın altında barınan 1,6 milyar insan var.

...Yoksulluğun bu bahsettiğim boyutu şiddettir; sıradan, gündelik, talancı şiddet. Dünyamızın işlediği şekliyle yoksul insanlar, yoksullukları sebebiyle, yalnızca açlığa, hastalığa, evsizliğe, cahilliğe ve olanak azlığına değil; aynı zamanda şiddete karşı da korunmasızdır. Şiddet de aç, hasta, evsiz ya da işsiz olmak kadar yoksulluğun bir parçası. Çoğu zaman yoksul insanların en çok endişe duyduğu sorun şiddet. Her şeyden önce yoksulluklarının esas sebeplerinden ve yoksul kalmalarının başlıca sebeplerinden birisi.

...Yani eğer kendinizi güvende hissediyorsanız bunun sebebi koruyucu hizmetlere para ödemiş olmanızdır; ya özel güvenlik yoluyla doğrudan ya da hukuki yaptırım ve kamu güvenliği sistemini destekleyen vergiler yoluyla dolaylı olarak. Eğer bu koruyucu hizmetler iyi çalışıyorsa, onlar hakkında neredeyse hiç düşünmezsiniz ve şehrinizdeki insan nüfusunun aslında hukuk ve düzenin zorlayıcı sisteminin eksikliğinde, muazzam boyutlarda talancı şiddet kapasitesi olduğunu genellikle unutursunuz. Muhtemelen sizi şiddetten koruyan güçler, karşılığında makul bir ücret ödediğiniz cazip bir ilaç gibi işliyordur. 
Etkili bir kamusal hukuki yaptırım hizmeti için para ödeyemeyecek kadar yoksul bir toplulukta yaşıyorsanız ne olacak? Üstelik özel güvenlik hizmetini karşılamaya yetecek kadar paranız da yoksa? O halde kaba kuvvete karşı savunmasız kalırsınız ve kurban edilmeniz an meselesidir. 
Artık insan doğasının sınırlarını zorlayan kaba kuvvete dikkat etmiyoruz ve bu yüzden de yoksul topluluklar için acilen şu soruyu sorarak kolları sıvamıyoruz: Bu insanlar nasıl şiddetten korunacak?

...Rakamlar olağanüstü. Dünya genelinde üç kadından biri hayatı boyunca en az bir kere dövülmüş, cinsel ilişkiye zorlanmış, ya da farklı bir şekilde suistimal edilmiş. Kadınlara ve kızlara karşı şiddet oranları yoksul kadınlar arasında daha da yüksek. Araştırmalar gösteriyor ki; Etiyopyalı kadınların % 49'u, Perulu kadınların % 62'si, Hintli kadınların % 35'i, Brezilyalı kadınların % 34'ü saldırıya uğrayacak.

...Özellikle şunu belirtmek gerekir ki, gelişmekte olan dünyadaki kadınlara ve kızlara karşı tüm bu şiddet (eş dayakları, töre cinayetleri, asitle yakmalar, çocukların zorla evlendirilmesi ve kadın sünnetinin hepsi) meydana geldiği ülkelerin hepsinde yasalara aykırı. Bununla birlikte, bu yasalar basbayağı yürütülmüyor.

...Dünyada sahiden de kar amaçlı çok büyük bir tecavüz işi olduğunun farkına varmak çok düzensiz bir düşünce; ancak bu insan doğasının dağınıklığı ve dünyanın gerçekteki hali. Dünyada her gün, para için gerçekleşen milyonlarca tecavüz ve cinsel taciz eylemi var; ticari bir işlem olarak. Her gün ticari bir işlem kapsamında tecavüze ya da cinsel tacize uğrayan milyonlarca insan var. Her gün bu tecavüzler ve cinsel istismarlar için para ödeyen milyonlarca, buna olanak sağlayan ve bundan kar eden yüz binlerce insan var.
Güvenilir ve ihtiyatlı küresel seks ticareti tahminleri gösteriyor ki, zorla ticari cinsel sömürüde tutulan 4,2 milyon ila 11,6 milyon arası insan var. Bu insanlar, müşterilerin bedelini ödediği cinsel eylemlere tahammül etmeye kuvvet ve baskı yoluyla mecbur bırakılıyorlar. Dünya çapında seks ticaretinde köle olarak adlandırılabilecek en azından 3 milyon kadın ve kız (ve çok az sayıda erkek çocuk) var. Bu sayı 18 yaşının altında olan ve genelevlerde çalışmaya anlamlı bir şekilde rıza göstermeyen daha milyonlarcasını da içermez. 
Her yıl fuhşa zorlanan en az 1 milyon ve dünya çapında fahişelik yapan muhtemelen toplamda 10 milyon çocuk var. UNICEF bize seks ticaretinde, cinsel şiddete tahammül etmek zorunda bırakılan 2 milyon çocuk olduğunu söylüyor. Uluslararası Çalışma Örgütü'nün tahminine göre, yalnızca Hindistan'da yaklaşık 2,3 milyon kadın ve kız kendi rızaları dışında fahişelik yapmaya zorlanıyor. Sonra, bu şiddetle dayatılmış cinsel eylemler için para ödeyen insanlar her gün milyonlarca artıyor.

... Yoksullar, bu aldatmaca planlarına karşı özellikle hassas oluyorlar çünkü ekonomik durumlarının çaresizliği onları ve onların ebeveynlerini güvensizliklerini askıya almaya, kuşkularını bir tarafa koymaya ve büyük riskler almaya daha gönüllü kılıyor. Kolayca tahmin edilebilir sebeplerden ötürü, tüm bu hassasiyetler yoksul bir kız çocuğu için büyük ölçüde artıyor.

...İşte bu, görüş alanımızın ötesinde, içinde yoksulların yaşadığı dehşet ve kanunsuz şiddetin gizlenmiş dünyası. Dıştakiler; işlek bir tuğla fabrikası, saygın iş adamları, kazanç sağlamak amacıyla çalıştırılan işçiler, yakın okullar ve klinikler ve Hindistan'ın ekonomik mucizesini görecektir. Bu dıştakilerin gerçek, yani, işçilerin köle, işadamlarının ise azılı suçlular olduğu, okulların ve kliniklerin köle olarak tutulanlar için acımasız ve erişilemez bir alay olduğu ve ekonomik kalkınma mucizesinin şiddet altında yaşayan yoksul insanlar için geçerli olmadığı hakkında hiçbir fikri olmayacak. 

...Tekrar tekrar, dünyanın her yerinde, gelişmekte olan dünyadaki ana fikir aynı: Küresel yoksul için en çok nüfuz ve istila eden cezai ve talancı varlık, çoğu kez kendi kolluk kuvvetleri. Yoksulların Sesleri'nin yazarları raporlarını sonlandırırken, şu şekilde bitirdiler:"Yoksul insanlar polisi bir baskı faktörü olarak görüyor, koruma değil. Yoksul insanlar adalet ve polis korumasının yalnızca pahalı işler, zengin insanlar ve bağlantıları olanlar için olduğunu söyledi."

...Fakat birkaç saat içinde hepsi yok olmuştu. Muazzam bir kara bulut St. Clair'e girmiş, arazinin üzerine çullanmış ve mahsulatı ve bitki örtüsünü son santimetre karesine kadar yok etmişti. Çiftlik aileleri çaresizce barınaklarının arkasına sinerken, inşa etmek için uğraşıp didindiklerinin tamamını insanlık tarihindeki en büyük çekirge istilası harap etmişti. "Yere yakın olan her buğday, keten ve mısır tanesi yenmişti. Patatesler ve tüm sebzeler de aynı muameleye maruz kalmıştı. Tahrip, yürüyüş yollarının üzerindeki çiftçilerin burunlarının dibindeydi ve açlık yüksek sesle kapılarını çalıyordu."
1875'te, 27 milyon ton ağırlığındaki trilyonlarca çekirge Amerikan Orta-Batısı boyunca yaklaşık 520 bin km²'ye üşüştü ve her şeyi yedi, her gün 2,5 milyon insanın yiyeceğinin eşdeğerini tüketerek. Verimli bahçeler ve koca tarlalar dolusu bereketli mahsul birkaç saat içinde çorak çöllere dönüştü. Çekirgeler, çit direklerini ve evlerin boyalarıyla dış cephe kaplamalarını yediler. Canlı koyunların sırtlarındaki yünleri ve dışarıda çamaşır iplerinde bırakılan giysileri yediler. Aileler aceleyle bahçelerinin üzerine battaniyeler attıklarında, çekirgeler battaniyeleri silip süpürdüler ve sonra midelerini bitkilerle tıka basa doldurdular. Yerleşimciler, tahıl veya yem sağlayamadıkları ineklerinin ve diğer çiftlik hayvanlarının ölümlerini izlediler ve yalnızca ekmek ve suyla geçinmeye mecbur kaldılar. O zamanın gazetelerinden biri, "Parasının tamamını harcamış olan toprak sahiplerinin...şimdi yiyecek hiçbir şeyleri ve hiç paraları yok, hayvanları açlıktan ölmüş"haberini yaptı.
Çekirgeler gelmiş ve her şeyi yok etmişlerdi. Yoksullaşmış olan bu ailelerin tüm sıkı çalışmalarının, fedakarlıklarının ve gayretlerinin önemi yokmuş. Devletin bedava toprak vermesinin bir önemi yokmuş. Komşuların yardımlarının ve ülkenin öteki tarafından iyi dileklerde bulunanların önemi yokmuş. Hatta her şeyi yiyip bitiren çekirgelerin saldırıları nedeniyle "yılların işinin ve sevgisinin on gün içinde gittiğini" görmüş olanlar için, dışarıdakilerden gelen yardım sesi "şaka gibi geliyordu."
ÇEKİRGELERE UYANMAK
Aynı şekilde bizim dönemimizde de, yoksulları yok eden ve onları soyan kaba kuvvete değinmeden, ekonomik kalkınmayı teşvik etme ve gelişmekte olan dünyadaki yoksullar arasında yoksulluğu dindirme çabaları "şaka gibi gelebilir." Laura ve Yuri'ye, okula gitmeyi çok tehlikeli hale getiren cinsel şiddete değinmeden okul vadetmek şaka gibidir. Caleb'e iş eğitimi ya da Bruno'ya kemer işi için kredi vermek, fakat onları işlerini kaybetmelerine neden olacak olan rastgele hapse atılmalara karşı korumamak şaka gibidir. Susan'ı kendi arazisinden zorla atılmasına karşı korumamak ancak o arazisindeki mahsulün verimini arttırması için ona aletler, tohumlar ve eğitim vermek şaka gibidir. Laura ve Mariamma'ya AIDS ve güvenli cinsel tercihler yapma eğitimi vermek, ama kadınların seçim yapma şanslarının olmadığı gecekondu mahallelerine ve tuğla fabrikalarına değinmemek şaka gibidir. Gopinath'ın köle olarak tutulduğu bölgeye taşra hastanesi kurmak, ama taşocağını terk ederek ölmekte olan çocuğunu doktora götürmesine izin vermeyi reddeden güçlere değinmemek şaka gibidir.

...Dokuz Afrika ülkesinin birleştirilmiş olarak 114 milyondan fazla nüfusu var ve aralarından yalnızca 2550'si avukat; ABD'nin nüfusu yaklaşık 600 bin olan Vermont eyaletinde çalışan avukat sayısıyla aynı. Nüfusu 42 milyon olan Tanzanya'da, ülkenin 21 bölgesinin çoğunluğunda hiç avukat yok. 
Amerikalılar bu rakamları okuyacak ve muhtemelen avukatlardan kaçmak için kırsal Afrika'ya taşınma esprisi yapacaklar; ve hepimiz espriyi anlıyoruz. Fakat Lackson'ı şahsen tanıyor ve 6 yıl boyunca yalnızca dosyasını bulacak bir avukatı olmadığı için o Malavi hapishanesinde çürümenin onun için nasıl bir şey olduğunu biliyor olsaydınız, espriler aşırı şişman bir insanın Güney Sudan'a kıtlığın ortasına gitmekle ilgili espriler yapması kadar komik olurdu yalnızca. Aşırı şişmanlık da beslenme yetersizliği de gerçek sağlık krizleri; çağımızda insanları ayıran iki ayrı dünyevi sistem olan bolluk ve yoksunluğu ortaya koyuyorlar sadece.

..."Gelişmekte olan dünyadaki cezai adalet sistemleri neden yoksulları şiddetten korumakta bu kadar sefil bir şekilde başarısız oluyor?" sorusuna Dhillon'un verdiği yanıt dolambaçsızdı. O sistemler asla sıradan insanları şiddetten korumak için tasarlanmamıştı; sömürgeci hükümdarları sıradan insanlardan korumak için tasarlanmıştı. Dahası, bugün o sistemler sıradan vatandaşları şiddetten korumadığında şaşırmamalıyız, çünkü insanları korumak için yeniden düzenlenmediler hiç.


31 Temmuz 2016 Pazar

Cebelavi Sokağı'nın Çocukları


Cebelavi Sokağı'nın Çocukları (Necib Mahfuz'dan)

Bizi hiçbir zaman görmeyen ve hiçbir zaman göremediğimiz bir büyükbabamız olması hüzün verici değil midir? Bizler pislik içinde yaşarken, onun kendini o konağa kapatması tuhaf değil midir?


...Üzüntüsüyle başa çıkıp işi o kadar iyi öğrendi ki Balkiti'yi bile şaşırttı. Çölde gece gündüz, bıkıp usanmadan alıştırma yaptı. Günlerini, haftalarını, aylarını bu işe ayırdı, azmini kaybetmedi, yorgunluğun kendisini alt etmesine izin vermedi. Mahallenin tüm sokak aralarını öğrendi, yılanlara alıştı. Gösterilerini binlerce çocuğa sundu, başarının ve kazancın tadını çıkardı.

..."Başkalarının kötü durumundan zevk almak saygınlığımıza yakışmaz!" diye onu tersledi Cebel.

...Cebel'in halkının vakıftaki payını aldığı gün, unutulmaz bir gündü. Cebel, zaferine sahne olan evin avlusuna oturdu ve El Hamdanlar'ı çağırttı. Tüm aile bireylerini saydı, parayı aralarında eşit bir şekilde böldü, kendini de herhangi bir ayrıcalığa tabi tutmadı. 
Belki de Hamdan bu eşitlikten çok memnun değildi, ama duygularını dolaylı olarak ifade etti. "Kendini dolandırmak adaletli değildir!" dedi Cebel'e.
"İki pay aldım, benimki ve Şefika'nınki," dedi Cebel, kaşlarını çatarak.
"Ama sen bu mahallenin önderisin."
"Bir önder, halkını soymamalıdır,"dedi Cebel, herkesin duyabileceği bir sesle.
"Aramızda bir kahvehane sahibi, bir seyyar satıcı, bir de dilenci var herkes nasıl eşit olsun? Bu kuşatmaya ilk meydan okuyan bendim ve Kidra tarafından kovalandım. Seni sürgünde ilk bulan bendim, ondan sonra ilk destekleyen de bendim, diğer herkes bu konuda çekimserken!"
"Kendini öven insan yalancıdır," diye bağırdı, giderek öfkelenen Cebel. "Allah'ın huzurunda yemin ederim, senin gibi insanlar acı çekmeyi hak ediyor."

...Hamdan, Cebel'in öfkesini dindirmek için onunla yumuşak bir sesle konuştu. "Dabis parayı Kabalha'ya iade edecek."
"Ona önce gözünü iade etsin!" diye avazı çıktığı kadar bağırdı Cebel.
Kabalha ağlıyordu.
"Gözünün görmesini sağlamak mümkün olsaydı keşke" dedi Şair Rıdvan, kederle.
Cebel'in yüzü gürleyen, şimşekler çakan gökyüzü kadar karanlıktı."Ama kaybedilen göz karşılığında göz almak mümkün"
Dabis endişeyle Cebel'in yüzüne baktı, parayı Hamdan'a verdi. "Öfkeden aklımı kaybetmiştim. Onun canını acıtmak istemedim!"
Cebel Dabis'in yüzüne uzun uzun baktı, gazap içindeydi, sonra korkunç bir sesle konuştu. "Göze göz, suç işleyen kaybeder."
Hamdan konuşmak üzereydi ama önce Cebel konuştu."Cebelavi sizi birbirinizle kavga edin diye seçmedi. Hayatımız ya düzene ya da herkesi ortadan kaldıracak olan karmaşaya dayalı olacak. Sen de bunun için gözünü kaybedeceksin, Dabis"
...
"Sizi korkaklar, sizi kötü kalpli insanlar!" diye bağırdı Cebel. "Allah şahidimdir, çetelerden nefret etmenizin tek nedeni, size karşı olmalarıydı. En ufak bir güce sahip olduğunuz zaman başkalarını taciz etmekten veya onlara saldırmaktan hiç çekinmiyorsunuz. İçinizde, ta derinlerde gizlenen şeytanlardan kurtulmanız için tek çare, onları merhametsizce bastırmanızdır! Ya düzen ya da karmaşa!"

...Cebel'in devrinde dürüstlük ve güvenlik hüküm sürdü, Cebel, yolundan asla sapmadan, bu dünyadan ayrılana kadar halkının arasında adaleti ve düzeni temsil etti.
...Kendini zorbalıktan, çetecilikten, haraç kesmek ve uyuşturucu ticareti vasıtasıyla elde edilen zenginlikten uzak tuttu. Halkına adalet, güç ve düzen konusunda örnek teşkil etti. Sokağımızdaki başka insanlarla ilgilenmediği doğrudur. Belki de, halkının yaptığı gibi, onları gizliden gizliye küçümsedi ya da hor gördü, ama onlara hiçbir zaman haksızlık etmedi, zarar da vermedi, herkes tarafından örnek alındı.
Sokağımızın baş hastalığı olan unutkanlık olmasa, bu iyi örnekler boşa gitmezdi. Ama unutkanlık sokağımızın vebası gibidir.

...Korkuya kapılan vekilharç ve adamları casuslarını her yere göndererek evleri ve dükkanları arattılar, insanlara en ufak kabahatlar için bile acımasız cezalar dayattılar. İnsanları baktıkları, şaka yaptıkları veya güldükleri için sopalarla dövdüler, sokak kabus gibi bir korku, nefret ve zulüm atmosferine katlanmak zorunda kaldı. Ama halk bu zorbalıklara sabırla katlandı. Umutlarına tutundular, zulme uğradıkları zaman da şöyle dediler: "Gecenin ardından gün nasıl doğuyorsa adaletsizlik de bir gün son bulacaktır. Zorbalığın ölümünü de göreceğiz, ışığın ve mucizelerin doğuşunu da."

23 Kasım 2015 Pazartesi

Yerkubbe


Yerkubbe (Halit Kakınç'tan)

"Görmek için gelirler... Ve gelirler görülmek için." Ovidius.
"Ben insana sığabilene evren, evrene sığamayana da insan derim." Muhammed İkbal.


Arius bunu hissetmedi. Son gücünü toplayarak konuşmaya devam etti:
"Söyleyin gerçek Hıristiyanlara... Bu sapkınlık, toplu bir zulme ve katliama dönüşmeden bir an önce topluca en güvenilir yerlere göçsünler. Bu şehrin altına insinler. Sarnıçlardaki tünellerden yararlansınlar. Yeraltı mağaralarına sığınsınlar. Saklansınlar.
"Mesih'in sözlerini hiçbir zaman akıllarınızdan çıkartmayın: Er veya geç 'Birincilerin birçoğu sonuncu, sonuncuların birçoğu da birinci olacak...'

..."Wofgang Müller adlı Avusturyalı bir arkeolog, İstanbul'da bilinen yetmiş iki adet sarnıç olduğunu yazmıştı" diye araya girdi Inge. "İşin ilginç yanı, bugün hala sanki dün inşa edilmiş gibi sapasağlamlar. Ve hepsinin ortak yanı yerin altında olmaları."

...Basilica Sarnıcı'nın planını 19. yüzyıl başlarında Alman denizaltıcılar çıkarmış. Buna göre uzunluğu 140, genişliği ise 70 metre. Dikdörtgen biçiminde bir alanı kapsayan dev bir yapı. Sarnıcın içinde her biri 9 metre yüksekliğinde 336 sütun var. Birbirine 4.80 metre aralıklarla dikilen bu sütunlar, her sırada 28 tane olmak üzere 12 sıra meydana getiriyor. Toplam 9,800 metrekare alanı bulunan bu sarnıç, yaklaşık 100 bin ton su depolama kapasitesine sahip. 

..."Yerebatan Sarnıcı'nın kuzeybatı köşesindeki iki sütunun altında kaide olarak kullanılan iki adet Medusa başı var. Medusa, Yunan Mitolojisi'nde yeraltı dünyasının dişi canavarları olan üç Gorgon'dan biri. Mitolojik verilere göre bu üç kız kardeşten yalnızca Yılan Başlı Medusa ölümlüydü. Ve kendisine bakanları taşa çevirme gücüne sahipti bu dilber kızımız.."

...Gerektiği takdirde birer hafta arayla üç kere daha inilebilecekti sarnıcın sularına. Yıllardan 2014... Aylardan Kasım... Günlerden ayın 23'üydü.

...Oktay Cansu şişme bottan Medusa'ya doğru sarktı. Sağ elini üst, sol elini de alttaki gözüne yerleştirdi Medusa'nın. Ve yüksek bir sesle, Latince üç cümle söyledi: Yavaş hazırlan, Cesur olana şans yardım eder, Doğrudan konuya girilmelidir.

..."Arkadaşlar, uzay-zaman bütünlüğü içinde bilemediğimiz bir nedenden ötürü, çok büyük bir olasılıkla bizimkine paralel bir evrene geçmiş bulunuyoruz."

..."Matematiksel olarak peşinen kabul ettikleri karadelikleri incelerken bir şey daha buldular. Paralel evrenler, aynen birbirlerine uçlarından bağlı iki huni gibiydiler. Tünelin bir ucundan gir, o olağanüstü çekime kapıl, diğer ucundan dışarı fırla ve kendini diğer tarafta bul. Daha da popüler tanımıyla söylemek gerekirse, Solucan Deliği'nden geç. İşte bizim başımıza gelen de sanırım bundan ibaret."

...Moderndiler... Fakat, Antik Roma'nın cumhuriyet döneminde yüksek görevlilerin kullandıkları renkli geniş harmanilere benziyordu bunlar. Erkeklerinki mor ve vişne karışımı, kadınlarınkiyse bir zamanlar skarlet adı verilen ve kökünün İran'a dayandığı rivayet olunan alev-kan kırmızısıydı.

...Ne demişti Romalıların ünlü aşk ozanı Ovidius. "Güzellik, Tanrı'nın bir armağanıdır. Ama güzelliğinden gurur duyabilecek kaç kadın vardır ki? Çoğunuz, bu değerli armağandan payınıza düşeni alamamışsınızdır."

..."Arius, orada can verdi. Bu korkunç olayın ardından tahta çıkan İmparator I. Theodosius denilen kişi de Arius taraftarlarına son darbeyi vurmakta gecikmedi. İznik Amentüsü'nün doğrulanıp genişletildiği 381 yılında toplanan 2. Ekümenik Konsil'de, Arius hepten lanetlendi. İşte o tarihten itibaren bizim geleceğimiz çizilmiş oldu. Binlerce insan topluca katletildi, kılıçtan geçirildi, diri diri ateşlere atıldı. Arius'un yandaşlarının yaşadıkları yerleşimler yakıldı, yıkıldı. Roma kiliseleri, şeytanın kiliseleri olmuştu artık. Bizim gibiler için dünya, yaşanacak bir yer olmaktan çıkmıştı. Atalarımız, hayatta kalabilmek için mağaralara, dehlizlere, yeraltına sığındılar çaresizlik içinde.
Bir kapı kapanırsa bir kapı açılırmış inanan insanların önüne. Gökkubbe kapılarını kapatmıştı bu insanlara ama, hiç beklemedikleri bir başka kapı açılıverdi önlerinde... Yerkubbe, onları kabul etti."

..."Aşk da aynı hayatı yaşamak gibidir. Kendinizi karşınızdakine açar ve tümüyle sunarsanız, yepyeni ama çok daha güzel bir benlik oluşturabilirsiniz... Kısaca önce kalbimiz, sonra beynimiz. Biz onları hayata açtığımız sürece aşk da, mutluluk da, başarı da bize kapılarını açar."

...Bu insanlar, bizden çok daha önce tolerans denilen olgunlaşma seviyesine ulaşmışlar. Bizler ise öbür tarafta ne yazık ki tolerans denilen olgunluğun hani neredeyse sıfıra yakın bir çizgide seyretmekte olduğu bir düzeyde kalmışız. ...Eğer bir toplumda birbirlerine düşman dünya görüşleri çatışmaya başlarsa, o ülkede yaşayanlar bölünürse, acilen toleransın sağlanmasına ihtiyaç var demektir.

...Jenositler, Demositler, Politisitler, Açlık, Salgınlar ve Terörizm. 20. yüzyılda bu felaketlerin ortak yekunu olarak tam 185 milyon insanın can verdiğini biliyor muydunuz? Bencilce davranalım ve hadi diyelim ki, bu ordular savaşmaya pek meraklılarsa, bırakın savaşsınlar. Peki, sevgili dünyamızda sivilleri samimi olarak düşünen var mı acaba? Resmi verilere göre herhangi bir sivilin, bir savaş sırasında can verme ihtimali, savaşmakta olan bir askere kıyasla tam dokuz kat fazla.

...Fenerin ışığı dört bir yanda gezindi. "Sevgili dostlar, neden burada olduğumuzu bilemiyorum ama, nerede bulunduğumuzu biliyorum. Yarımburgaz Mağarası'na (Dünyanın en eski yerleşim yerlerinden olan ve 2001 yılında 1. derece Arkeolojik-Doğal Sit Alanı statüsüne alınan mağara. Küçükçekmece Gölü'nün 1,5 km. kadar kuzeyinde, Altınşehir semtinde) hoşgeldiniz."

11 Ekim 2015 Pazar

Drina Köprüsü



Drina Köprüsü (İvo Andriç'ten)

"Onun günahlarını neden affetmeyecekmişim? Hayatında mutsuz oluşu yetmiyor mu ki!"
Unutmak, her acıyı siler, arkada bırakırdı. Şarkı söylemek ise unutmak için en güzel çareydi.


Drina, daha çok sarp dağlar arasındaki dar boğazlarda ya da derin uçurumlar içinde akar. Ancak birkaç yerinde kıyıları geniş vadiler halinde açılır, kah bir kıyısında, kah her iki kıyısında insanların yaşamasına ve tarıma elverişli bazen düz, bazen dalgalı ama bereketli ovalar meydana getirir.

Bu ovalardan biri de burada, tam Drina'nın Butko kayalarıyla Uzanviçka dağlarının arasındaki dar boğazdan ani bir dirsek yaparak meydana çıktığı noktada, Vişegrad'da başlar.

...Bilirler ki, bu köprüyü Sadrazam Sokollu Mehmet Paşa yaptırmıştır ve o, bu köprü ile kasabayı çerçeveleyen şu dağlardan birindeki Sokoloviç köyünde doğmuştur.

...Bu köprünün hayali, belli belirsiz, ilk defa, 1516 yılının bir sabahında, kendisini köyünden alıp ta uzaklara, parlak ve korkunç İstanbul'a götürmek üzere buradan geçirdikleri gün, yakınlardaki Sokoloviç köyünden on yaşlarında bir oğlan çocuğunun kafasında canlanmıştı.

...O yılın Kasım ayında yüklü beygirlerle uzun bir kervanın geceyi geçirmek üzere ırmağın sol kıyısına yerleştiği görüldü. Yeniçeri ağası silahlı askerleriyle Bosna'nın doğu köylerinden belli sayıdaki Hırıstiyan çocuklarını (acemi oğlanlarını) toplamış İstanbul'a dönüyordu. Son gelişinden beri altı yıl geçmiş, onun için bu sefer seçim kolay ve zengin olmuştu. İstedikleri kadar gürbüz, sağlıklı ve zeki çocuk bulabilmişlerdi. Bunların hepsi de 10-15 yaşlarında çocuklardı. Aileler çocuklarını ormana sakladıkları, onlara aptal görünmelerini öğrettikleri halde yine de istedikleri sayıyı bulmakta zorluk çekmemişlerdi. 
Toplanan çocuklar küçük Bosna atları üstünde bir kafile halinde yola çıkarılmıştı. Her atın üstünde iki sepet vardı. Ve her birinin içine de bir çocuk yerleştirilmişti. Yanlarında bir çıkın ve birer parça çörek vardı. Baba evinden götürdükleri son tatlıydı bu. Gıcırdayan ve sallanan bu sepetlerden burunlarını dışarı çıkaran körpe ve korkulu yüzler görünüyordu.

...Çocukları ellerinden alınan analar, babalar, kardeşler, saç baş dağınık, nefes nefese atların arkasından koşuyor, İslam yapılmak, sünnet edilmek üzere yabancı diyarlara götürülen çocuklarının arkalarından sürükleniyorlardı. Artık onlar, dinlerini, asıllarını, yurtlarını unutmaya, ömürlerini yeniçeri ocaklarında veya Osmanlı İmparatorluğu'nun önemli başka işlerinde geçirmeye mahkumdular.

...Bu sepetteki çocuğun ileride ne olduğunu bütün tarih kitapları anlatır. Ve dünya onu bizden iyi bilir.

...Radisav'ın başı daha fazla eğildi. Çingeneler üstündeki gömlekle kuzu derisini çıkardılar. Göğsünde zincirlerin açtığı yaralar meydana çıktı. Radisav artık hiç sesini çıkarmadan emrettikleri gibi yüzükoyun yattı. İlkin ellerini arkasına bağladılar. Sonra ayak bileklerine birer ip geçirdiler. Çingenelerden her biri bu ipleri bir yana çekerek bacaklarını iyice ayırdılar. O sırada Mercan da kazığı iki yuvarlak tahtanın üzerine yerleştirdi. Öyle ki sivri ucu tam köylünün bacakları arasına geliyordu. Yerde yatan mahkumun önüne diz çökerek pantolonun iki bacağı arasındaki bölümü kesti ve kazığın adamın vücuduna girebilmesi için geniş bir delik açtı. Celladın işinin bu en feci bölümünü, vücudun bıçağın dokunuşu ile titrediğini, yarıyarıya kalktığını, sonra yine gürültüyle yere düştüğünü görüyorlardı. İş bitince çingene sıçrayarak ayağa kalktı. Yerden tahta çekici aldı ve kazığın yuvarlak tarafına ölçülü, ağır darbeler indirmeye başladı. İki vuruşta bir duruyor, kazığın girdiği vücuda bakıyor, sonra da çingenelere dönerek çok yavaş ipi çekmelerini tembih ediyordu. Köylünün, bacakları ayrık yatan vücudu içgüdü ile kıvranıyordu. Her çekiç vuruşunda bel kemiği katlanıyor, eğiliyor ama ipleri çekince yine dikiliyordu.
İki yana çekilen, tartılan, işkence edilen bu vücuttan, çiğnenen bir tahtadan ve kırılan bir ağaç dalından çıkan sese benzeyen bir çatırtı geliyordu.
İki vuruşta bir, çingene, yerde yatan vücuda doğru eğiliyor, kazığın doğru yoldan ilerleyip ilerlemediğine bakıyor, hayatla ilgili bir organı zedelemediğinden emin olduktan sonra tekrar yerine dönüyor, işine devam ediyordu. ...Bir iki vuruştan sonra, delinen noktadan kazığın demir ucu görünmeye başladı. Bu uç, sağ kulağın hizasına gelinceye kadar daha bir iki darbe vurdu. Adam kazığa artık büsbütün geçmişti. Şişe geçirilen bir kuzu gibi. Ne bağırsakları, ne de ciğerleri zedelenmişti. ... O sırada Mercan adamın yaşayıp yaşamadığını kontrol ediyordu. Gözleri kocaman açılmış, korkuyla bakıyordu. Kalbi boğuk boğuk atıyor, ciğerlerinden kısa ve sık nefesler çıkıyordu.
Plevlieli Abid Ağa'ya yaklaştı. Emirlerinin yerine getirildiğini, mahkumun hala sağ olduğunu, hiçbir organının zedelenmediğini ve daha da yaşayacağa benzediğini söyledi. ... Hava kararmadan, Abid Ağa'nın bir adamıyla Mercan, tekrar Radisav'ın yanına çıktı. Kazığa geçtikten dört saat sonra, hala sağ ve kendinde olduğunu gördüler. Ateş içinde yanıyor, gözlerini güçlükle çeviriyordu. Ayağının dibinde çingeneyi görünce, daha yüksek sesle inlemeye başladı.

...Artık yeryüzünde değildi. Elleri bir yere dokunmuyor, yüzmüyor, uçmuyor, ağırlık merkezini kendi üstünde taşıyor, yeryüzünün bağlarından kurtulduğu için de acı çekmiyordu. Artık hiçbir şey onu etkileyemezdi: Ne tüfek, ne kama, ne kötü düşünceler, ne insanların acı sözleri, ne de mahkemeler...

...Edirne'den Saraybosna'ya kadar bu hanın bir benzeri yoktu. Her yolcu, hayvanları, hizmetkarlarıyla bedava yiyip içmek şartıyla bir gece burada kalabiliyordu. Bütün bunlar da köprü gibi Mehmet Paşa'nın vakıfları arasındaydı.

...Unutmak, her acıyı siler, arkada bırakırdı. Şarkı söylemek ise unutmak için en güzel çareydi. Çünkü insan şarkı söylerken daima sevdiği şeyleri düşünür.
....Farkında olmadan küçük kasabanın felsefesini de orada öğrenmiş oluyorlardı. Hayat anlaşılmaz bir mucizedir, boyuna harcanır, erir, buna rağmen yine dayanır, sürüp gider. Tıpkı Drina'nın üstündeki köprü gibi.

...Daima başkalarının derdi ile uğraştığından kendini düşünmeye vakit bulamazdı. Onun için yüz yıla yaklaşan yaşamının hep sağlık, mutluluk ve refah içinde geçtiğine inanırdı.

...Onlar, o çağda Müslümanlarla Sırplar arasında ne ölçüde bir dostluktan söz etmek mümkünse o derece eski dost ve çocukluk arkadaşıydılar. Rahip Nikola, gençliğinde, Vişegrad Müslümanlarıyla arası açılıp da gizlenmek ve Sırbistan'a kaçmak zorunda kalınca, o zaman kasabada, babası çok nüfuzlu bir adam olan Molla İbrahim ona yardım etmişti. Daha sonraları kasabadaki kargaşalık dinince, iki din arasındaki ilişkiler de düzelmiş ve artık yaşını başını almış olan bu iki adam arasında da bir dostluk başlamıştı. Şaka olarak birbirlerini "komşu" diye çağırırlardı. ...Şakayı seven kasabalılar iyi anlaşan kişilerden söz ederlerken: "Papazla hoca gibi sevişiyorlar" derlerdi. Bu söz atasözü gibi yerleşip kalmıştı.

-Bir felaket oldu mu ortada ispat edilecek bir şey kalmaz! dedi. Kim aklı başındayken hayatına kıyabilir? Kim onu, bir dinsiz gibi, hiçbir rahibin yardımı olmadan bir duvarın dibine gömme sorumluluğunu üstüne alabilir? Hadi git Mösyö! Allah senden razı olsun! Ölüyü hazırlamalarını emret ki, onu hemen gömelim. Hem de mezarlığa.. Başka bir yere değil!
Drajenoviç gittikten sonra şaşırmış olan Rahip Yoso'ya döndü:
-Bir Hıristiyana mezarlıkta bir kabri nasıl çok görebilirsin? dedi. Hem de neden onun günahlarını affetmiyecekmişim? Hayatında mutsuz oluşu yetmiyor mu ki? Hepimizin günahlarının hesabını soracak olan, varsın onun da günahlarının hesabını sorsun!..

...İlk anlaşmazlık ve çatışmalardan sonra yeni hükümet halkın üstünde net bir sağlamlık ve devamlılık izlenimi bıraktı. (Kendisi de bu duygunun etkisi altındaydı. Çünkü böyle olmasa güçlü ve sürekli bir idare kurulamazdı.) Gücünü dolaylı olarak hissettiriyor, onun için de halk onu eski Osmanlı düzeninden daha kolay sindiriyordu. Açgözlülüğünü ve zulmünü, geleneksel biçimlerle bir ağırbaşlılık ve parlaklık maskesi altında gizliyordu. Halk hükümetten korkuyor ama, ölümden ve hastalıktan korkar gibi korkuyor, zulüm, felaket ve fenalık karşısında titrer gibi değil!

...Onun için de halka, sanki etrafında her şey değişmiş, zenginleşmiş ve genişlemiş gibi geliyordu. Ve sanki daha da rahat nefes alıyorlardı. Yeni devlet, iyi bir idare sistemiyle, insanların cebinden Osmanlı idaresinin zorla çektiğini, acısız ve kimseyi sarsmadan çekip alıyorlardı. O kadar ki, halk ödediği vergilerin, yükümlülüğünün belki farkında bile olmuyordu. Böylece Avusturyalılar Osmanlılar zamanından fazla para çekiyor, ama bunu daha kolay, daha çabuk ve daha emin bir biçimde yapıyorlardı.

...Şimendiferin yapılması ile sadece yolculuk ve ulaşım hızlanmadı, hemen aynı tarihte olaylar da hızlandı. Bu hızlanma derece derece olduğundan ve onlar da bunun akışına kapıldıklarından kasabalılar bunu pek hissetmiyorlardı. Halk artık heyecanlı şeylere de alışmıştı. Heyecanlı havadisler onlara işitilmedik müstesna şeyler gibi gelmiyordu. Tersine, bu, günlük bir gıda, gerçek bir ihtiyaçtı. Hayat bir tarafa yöneliyor ve birden hızlanıyordu. Tıpkı engellere çarpıp kayaları aşan ve çağlayan haline gelen bir sel gibi.

...Delikanlı onu, içinde kendini kaybetmeye başladığı o karanlık dünyadan çekip çıkarıyor ve her şeye bir ilaç ve bir çara bulunduğunu insan hayatının gerçeklerine doğru sürüklüyordu. Bu sohbetler Aya Sava yortusundan sonra da sürdü. Kış geçti, bahar geldi. He gün buluşuyorlardı. Zaman geçtikçe, genç kız da kendini topladı, güçlendi, şifa buldu. Ve gençliğine özgü o hızla değişti. Artık herkes Zorka ile Glasinçanin'e sık sık buluşan iki genç gözü ile bakıyorlardı.
Oysa, doğrusunu söylemek gerekirse, kız, Glasinçanin'in evvelce dikkatle dinleyip ilaç gibi içtiği sözlerini artık ilginç bulmamaya başlamıştı. Kimi zaman bu karşılıklı dertleşme ve içini dökme ona ağır geliyordu. Aralarında bu samimiyetin nasıl doğduğuna şaşıyor, kendine adeta kızıyordu. Kimi zaman ruhunu kurtarmış olduğunu hatırlayarak bu sıkıntıyı yenmeye çalışıyor, onu elinden geldiği kadar dikkatle dinliyordu. Tıpkı borcunu bilen minnettar bir borçlu gibi.
...Ama bu sırada ona evet diyemezdi. Onu parça parça etseler yine diyemezdi. Hiç umudu olmadığı halde, o, sevmesini bilmeyen adamı bir kere daha görmek istiyordu. Bir kere daha görsün... sonra ne olursa olsundu!
Nikola beklerdi. Bunu biliyordu. El ele tutuşarak kalktılar ve şarkının geldiği yere inen dik yokuşa saptılar.

6 Eylül 2015 Pazar

Sarıkasnak - Denize Dair Hikâyat



Sarıkasnak (Vecdi Çıracıoğlu'ndan)

İsmi ile müsemma Hoyratdeniz... Kıyısında küçük bir köy, Dünyanıngözü; iki ağızlı, ters dönmüş bir kaşık, belki de denizde yüzen fettan bir kadının omzu gibi... Kıyı köyünde bir dalgıç; dünyaya açılan iki penceresinden birini savaşta kaybeden Camgöz Reis...


...Denizle uğraşan her insanın denizin dibinde bir dostu, bir sevgilisi vardır. Bir oğul, bir kardeş, bir kesik el, alabora batık bir tekne, fırtınanın kopardığı bir yelken direği... Bütün bunlara rağmen deniz insanı suskundur karada. Deniz insanı karada konuşmaz, sadece düşünür, onun herhangi bir lisanı yoktur konuşulacak. O, denizin enginliğine bakarak dantelalar örer, kanaviçeler işler yalnızlığına. O, türü keşfedilmemiş bir ipekböceği gibidir kozasını ören...

...Denize giden insan farklıdır ve aşka çağrılan deli divane bir aşık gibi gözden kaybolana kadar, ellerini sallayarak vedalaşır sevdicekleriyle. Yazgısının arkasından koşan deniz insanı için uzundur bu vedalaşmalar.

...Denizin mavisi, şeytanı örterek karanlığa bürünen hava gibi karardı. Hiç acı duymadı önce. İşte o anda bedeni yana yana zifiri karaya bıraktı kendini. İşte o anlardan birinde, gözlerinden biri, sepetten düşen yumurtanın akı gibi aktı yanağından.
O hain an, gözünü çalmıştı yuvasından.
Cephede, toprağa peş peşe düşen arkadaşları gibi, dünyaya açılan iki penceresinden biri, içinden sular seller akan deli bir nehir gibiydi. Çavlanlar kükredi içindeki nehirde. Zangır zangır titreyerek, sıtma yemiş gibi nöbete geldi bedeni.

...Gözü aktığı o günden sonra ölümü umursamayan, ölüm gibi bir adamdı artık. Nasıl bir çocuk ölümü kendinden çok uzaklarda görürse, o da, işte öylesine uzaklarda, denizle göğün birleştiği yerdeki ince uzun çizginin sonsuzluğunda görür olmuştu Yaşamevi'nin sonunu.

...Denizlere dalmadan önce bal yutardı iki kaşık, suyun altında üşümesin diye. Canı bal çekti. Tam elini cebine sokmak için uzatmıştı ki, o an parası olmadığını hatırlayıp duraksadı. İç geçirdi. Kendini bal küpüne düşmüş çaresiz bir arı gibi hissetti ve adımlarını hızlandırdı.

...Yandan çarklı bir vapura binip Karaköy'e gelmiş ve Tünel'den yukarıya çıktıklarında tam karşılarına gelen çiçeklerle süslü taktan içeri girerek bir dükkanın önünde durmuşlardı. Dükkan, ne kasabasındakilere ne de köyündekilere benziyordu. Vitrini, parçalanmış insan uzuvlarıyla doluydu: kollar, bacaklar, duygusuz suratlı kesik başlar üzerine iğreti tutturulmuş yan yatık saçlar ve bir yığın garip alet edavat...
Gördükleri karşısında nutku tutularak, bir anda kendini yine cephede sanmıştı. Gözleri kararıp kendini, tam siper yapacağı sırada, yanındakinin zorlamasıyla ite kaka dükkandan içeri attı. Adımları geri geri tezgaha vardıklarında, arkadaki perdenin arasından, vitrindeki kesik başlardan biri gibi ölü yüzlü bir adam çıktı. Reis'e baktıktan sonra, hiçbir şey konuşmadan arkasını döndü. Raftaki küçük kutulardan birini aldı, açtı ve bankonun üzerine koydu. Kutunun içinden çıkardığı bordo kadifeye sarılı porselen camgözü, baş ve işaret parmaklarının arasında gözünün hizasına getirdi. Tel gözlüklerinin üzerinden bir gözünü kısıp Reis'in içi boş göz çukurunu kerteriz alarak, tuttuğu bilyenin çapını, çekmecesinden çıkarttığı kararmış, yarı yarıya paslanmış bir kumpasla ölçtükten sonra, 'olur' anlamında başını aşağı yukarı iki kere salladı.
Sessizliği yine o bozdu:
"Sizin gözünüz tam tamına budur monşer!.."

...Eline verilen aynada yeni yüzüne baktığı andan bu yana, sağlam gözü gibi sevdiği camgözünü hep kolladı.

...Yamalı da olsa temiz giyinmeye çalışıyorlardı. Giydikleri her çulda, renkleri birbirine aykırı da olsa, muhakkak küçük yama parçaları vardı. 'Güzel elbise giymekle savaşçı olunmaz ki,' diye düşündü. Sonra, 'Biz gözümüzü kaybettik vatan için. Para vererek harbe gitmeyen, bir çuval zahireyi bir bağa, bir tarlaya satanlar, karaborsacılar, vatan için şimdi yine yoksulları çalıştırıyorlar!' diye, içinden geçirdi.

...Deniz ışığı, gündüz olsun, gece ay ışığı altında olsun insanın gözlerini kemirirdi Dünyanıngözü'nde. Menevişler içindeki iki koy; soldaki küçük liman, sağdaki büyük liman; yarısı kırık, sırt sırta vermiş iki ayna gibiydi. Dünyanıngözü halkı bilirdi; iki limandan biri çalkalanmaya başladığında, öteki ayna gibi dümdüz olurdu. Limanlar, aşkları uzun süredir devam eden karı koca gibiydiler. Biri bağırmaya başlarsa, diğeri, bir köşeye sinerek sesini çıkarmazdı.

...Denizin efendisi rüzgardır. Onun da efendisi Denizler Ecesi... Denize çıkmak ondan izin almaktan geçer. Havanın ne zaman ve nasıl patlayacağı, denizin kaynayacağı, bir tek denizle uğraşan, hayatını denizlerde geçirip kendilerini ona adayanlar, adak olanlar tarafından bilinirdi. Balıkçılar bilirdi, mavi havanın aniden karalara bürünüp, çarşaf gibi denizi bir dakikadan az bir süre içinde kabartıp, dev dalgalar doğurduğunu.

4 Eylül 2015 Cuma

Makedonya Gamzesi



Makedonya Gamzesi (Üstün İnanç'tan)

Zadegan sefahatte, ahali sefalette, siyaset menfaatte, ordu siyasette...

Filistin topraklarına gelince; orası altınla satılamaz. Kanla alındı, verilirse de kanla verilir!..


...İttihat ve Terakki'nin gizlilik günlerinde yakalanma tehlikesi sezip memleket dışına kaçarak çalışmalarına oralarda devam edenlere Avrupalılar Jön Türkler diyorlardı. Ahmed Rıza, Dr. Nazım, Mizancı Murad gibi isimler başta geliyordu. Bunlar oralarda beyler, paşalar gibi yaşıyorlardı. Nasıl? İngiliz altınlarıyla.... Bunu diye İngiltere'nin en zengini Yahudi Rotschild'di. O bile perde arkasında kalıyor, Jön Türklerle Mısırlı Mustafa Fazıl Paşa'yı yüz yüze getirip altınları onun eliyle dağıtıyordu. 
İşte gizlilik zamanında memleket içindeki Selanik locasının mayası o Jön Türkler'in marifetiydi. Bu mayanın içinde zabitler de olmakla birlikte Yahudi ve Masonlar daha ağır basıyordu. Seslenişleri dayanılmayacak kadar çekiciydi:
-Hürriyet, uhuvvet, müsavat, adalet! Türkiye Türklerindir!

...Sirkeci sahilinde faytoncuyu savıp yirmi para ödeyerek bir sandalla Galata rıhtımına geldi. Burada kocaman şileplerden yük boşaltılıyordu. Tahta köprüye doğru yürürken "İstanbul Esham ve Tahvilat Borsası"nın önünde durdu. Burası dünyanın sayılı borsalarından biriydi. İçeride Türklere pek tesadüf edilmezdi. Osmanlı'nın sanayi ve bankacılığı olsun, ticareti olsun, yabancı veya yerli tatlısu Firenklerinin elindeydi. Bu borsanın karşı tarafında, Havyar Hanı isimli binada ise zahire borsası vardı. Eskişehir'in ilerisinden İstanbul'a buğday getirilmezdi. Sebep olarak da tren navlunlarının yüksek olması gösterilirdi. Şehirde daha ziyade Romanya ve Besarabya (Moldova) buğdayları bulunurdu.
Fehmi bütün bunları biliyordu. Keşke iktidardaki İttihatçılar da bilseler, memleketin tamamen iktisadi esarete kaydırıldığını görebilselerdi. "Vah memleketim, vah insanlarım" diye mırıldandı.

...Kadırga'ya gelmişti. Burası yemyeşil dutluktu. İstanbul'un dut ihtiyacının büyük kısmı belki de buradan temin ediliyordu. Gerçi Mecidiyeköyü ve Fulya deresi etrafında buradakilerden daha ziyade dutluklar vardı ama, hem nispeten şehir dışında bulunmaları, hem de "Yıldız"a yakın düşmeleri ticari planda değerlendirmelerine elverişli değildi. Bol dutu olan bir başka yer ise Çengelköyü'ydü.

...Halbuki Tıbbiye-i Şahane'den itibaren pek çok mektebi Sultan'ın (Abdülhamid Han) kendi öz kesesinden yaptırdığı herkesin malumuydu. Ne yazık ki Halife, en hunhar yakıştırmalara da burada maruz kalmıştı:
-Askeri Tıbbiye'nin körpecik talebelerini çuvallara koyup, ağızlarını bağlatarak Sarayburnu'ndan canlı canlı denize atılmasını irade eden kızıl sultan!
İşte Fuat'ın onlardan koğuş sebebini bu iftira hazırlamıştı. İttihat'ın baş kurucusu Temo İbrahim'e sormuştu:
-Çuvalla denize atılanlar kimler? İsimlerini verin!
Temo İbrahim doğru dürüst bir cevap verememiş, sadece kendisine ters ters bakmıştı.

...
-Biz, Doksanüç bozgunuyla sığındık buralara!.. Devlet bir kısmımızı Hüdavendigar (Bursa) vilayetine, bir kısmımızı da Edrine ötelerine yerleştirdi.
-Siz İstanbul'da kaldınız.
-Evet.
-Bu muhacir arabalarını işletenlerin hepsi Pomak mı?
-Beyefendi, bütün muhacirleri bir millet olarak görmek lazımdır. Elbette hepimiz Pomak değiliz. Boşnaklar bizden fazladır.

...Başka şeyler konuşmaya başladılar. Bir ara faytoncu acı haberi verdi:
-Fatih'in neredeyse yarısı kül olmuş beyim! Çırçır'da başlamış, oradan yanlara ve aşağılara kadar bütün evler kül olmuş. Tam bin beş yüz ev!
-Pekala nasıl olmuş; bir şeyler işittiniz mi?
-Vallahi kimine göre Ermeniler yağlı çaput atarak yangını başlatmışlar. Kimine göre de bozuk seciyeli tulumbacılar, yağmacıların telkiniyle kundak yapmışlar!

...
-Ya gözümün nurları, fırkacılık böyledir! Kurdu kuşa kaptırtır, iyiyi kötüye kırdırtır, güzeli çirkine ezdirtir... Fırkacılık vahim bir illettir ki; oraya dahil olan olmayanı düşman beller. Değil öz arkadaşı öz babası olsa bile öldürmeyi kurar, bunun için fırsat kollar.

...Gamze onun gözlerinin dolu dolu olduğunun farkına vararak "latife ettim, latife" diye bahsi kapatmıştı.
Evlenmelerine ramak kalmıştı. Artık Ali Fikri Bey yaverine "damat" diye hitap ediyordu. Bir gün şöyle demişti Fehmi'ye:
-Damat! Hayırlısıyla başınızı bağladıktan sonra tekaüde ayrılacağım. Şöyle ayaklarımı uzatıp istirahat benim de hakkım. Zaten bizim mesleğin de tadı kaçmak üzere.. Küçük rütbeli zabitler asi niyetler taşıyor, en küçük fırsatta da teşhir ediveriyorlar. İnşallah Gamze'm sana emanettir.
Ertesi günü karargahta çalışırlarken korkunç bir patlama işitmişlerdi. Ali Fikri Bey'in oturduğu konak berhava edilmişti. Gamze evde yalnızdı. Parçalanan cesedi yerlerden toplanmıştı..
Fehmi başını taşlara vura vura dövünmüştü. Lakin yaşamıştı. Çünkü yanında Remzi vardı. Arkadaşına sahip çıkmış, onu hemen Manastır'daki dergaha götürmüştü. Fehmi orada ibadet ve nasihatler sonrasında kendisine gelebilmişti...

...Lakin Remzi ve Doktor Fuat arkadaşlarımız bu vazifeyi bana verdiler. Arkadaşlar, benim ruznamem gayet sarihtir: Gönülden ittifak ve teyakkuz!.. Arkadaşlar, sizleri bilmem ancak ben sokakları, orada yaşayan insanları yakından görüp teşhis ederek buraya geldim. Tespitlerim ciddidir ve teyakkuz istemektedir. Hepiniz gayet muhkem yetiştirilmiş, vatansever insanlarsınız. Arkadaşlar! Zadegan sefahatte, ahali sefalette, siyaset menfaatte, ordu siyasette... Devlet bir berzaha getirilmiş ki Allah saklasın, bir kımıldanmanın vatanı uçuruma yuvarlaması muhtemeldir! Muradım hiç kimseyi, hiçbir siyasiyi tenkit ve telmihe tabi tutmak değildir. Olan olmuştur. Mesuliyet hissine sahip kimseler olarak bizlere düşen mühim vazifeler vardır! Evet, şimdi sizlere soruyorum: gönülden ittifak ve teyakkuza var mısınız?

...Yemin ettikten sonra Fehmi tane tane konuştu:
-Arkadaşlar! Almanya'nın ve bir miktar İngiltere'nin tertibi karşısındayız!.. Hepimiz bu içtima ve hizmetin çekirdeğiyiz. Lakin ileride daha pek çok iştirakler vaki olacaktır. O sebeple parola iktiza edecektir. Parolamız "Makedonya Gamzesi"dir.

...İngiltere istihbarat teşkilatı başta olmak üzere Rusya ve Almanya'nın bu kabil teşkilatları, üzerinde her zaman titizlik gösterdiği "Yıldız istihbaratını" numune almışlardı.
İttihatçılar, gelir gelmez tarumar etmişlerdi bu ciddi müesseseyi. Hınçları yüzünden devletin menfaatini hiç düşünmemişlerdi! Bu mümtaz teşkilata jurnalcilik, müzevirlik gibi yakıştırmalar; Jöntürk-Yahudi-Mason beraberliğinin iftirasıydı.
Bir vakit Alman Yahudisi Theodor Hertz, Abdülhamid'in huzuruna çıkarak şu talepte bulunmuştu:
-Padişah hazretleri! Filistin topraklarını on milyon altına satın almak isteriz? Bu miktar tensibinize göre değiştirilebilir. Yanında da devletinizin Duyun-ı Umumiye borçlarının hepsini sildiririz!
-Filistin topraklarını niye istiyorsunuz?
-Yahudilere yurt yapmak için talep ediyoruz.
-Ben Duyun-ı Umumiye borçlarını kendi kesemden ödemekteyim! Geride çok fazla bir şey kalmadı. Filistin topraklarına gelince; orası altınla satılamaz. Kanla alındı, verilirse de kanla verilir!..

...biz Mısır'a, bilhassa Hindistan'a, İslam kütlelerini idaremiz altına alabilmek için milyonlarca altın akıttık. Yine de tam netice alamadık. Halbuki Halife, senede bir defa Selam-ı Şahane'yle Hafız Osman hattı Kur'an gönderiyor, bütün İslam ümmetini hudutsuz bir hürmet hissi içinde emrinde tutuyor... İşte biz gerek ihtilalden, gerekse Jön Türkler'den Hilafetin, yani Selam-ı Şahane ve Hafız Osman hattı Kur'anla kütleleri avucunda tutan kuvvetin kaldırılmasını bekledik... Aldandık! Sizin hürriyete kavuşmanızdan bize ne? Soğukluk görmenizin sebebi budur.

...Otomobil yıldırım hızıyla yola çıkmıştı... Fehmi çok kan kaybettiğinden gayet halsizdi. Hasta bakıcı gazlı bezle devamlı tampon yapıyordu. Kan oldukça dinmişti. Yarayı sardıktan sonra eline bir rapor kağıdı alarak sordu:
-İsmini bağışlar mısın beyim?
Fehmi bayılmamak için bütün iradesini kullanıyordu.. O haliyle yüzüne acı bir tebessüm kondurarak inledi:
-Makedonya Gamze'si...

29 Ağustos 2015 Cumartesi

Köy Enstitüleri



Köy Enstitüleri (Can Dündar'dan)

Biz yurdun öz sahibi, efendisi, köylüyüz!

İlk Gün;
40 kişiydiler. Hepsi yoksul köylü çocuklarıydı. Aralarında hiç kız yoktu. Eskişehir'e kimi ana babasıyla kimi yalnız geldi. İlkokulu bitirdikten sonra, "Çifteler'e öğretmen okulu açılıyor" diye duymuş, babalarının zar zor topladığı 30 lirayı kayıt için verip soluğu Eskişehir'de almışlardı.
5 yıl orada okuyacak, öğrenecek ve köylerine öğretmen olarak geri döneceklerdi.
Hızla büyüyecek bir eğitim ordusunun ilk neferleri olduklarından haberleri yoktu.
1937 yılıydı. Yoksulluk diz boyuydu.

...Siyah dar paçalı, arkası bohçalı, donlu çarık giymişlerdi. Ben nahiyeden gittiğim için daha bol paça pantolonum vardı ama arkadaşların çoğu, bu dediğim kıyafetteydi. Çoğunun ceketi yok, sıkma dediğimiz yakasız gömlek, şimdi hakim yaka diyorlar; moda oldu. O, yokluktan öyle dikilirdi tabi.

...Kurtuluş 15 yıl önce gerçekleşmiş ama ülke yoksulluktan ve cehaletten kurtulamamıştı. Ne dil devrimi ne de okuma yazma seferberliği köyün gelişmesine yetmişti. Ülkenin nüfusu 16 milyondu, okuryazar sayısı sadece 2.5 milyon... Yani 7 kişiden sadece biri okuma yazma biliyordu. 
Nüfusun yüzde 80'i köylerde yaşıyordu, çocukların geldiği Anadolu cehalet içinde kıvranıyordu.

Mustafa Kemal'in adını koyduğu projenin başına İsmail Hakkı Tonguç getirildi. Tonguç, Gazi Eğitim Enstitüsü'nde elişi hocasıydı. Özellikle köyde eğitim konusunda araştırma ve çeviriler yapmıştı. Orduda çavuş ve onbaşı olarak askerlik yapmış 85 kişi köylerinden çağrılıp Eskişehir Çifteler'e eğitime alındı. 6 ay kurs görecek ve köylerine dönüp çocuklara temel eğitim vereceklerdi.

...Atatürk'ün ölümü, bir dönemin kapanışının da habercisiydi. Atatürk'ten sonra liderliği İsmet İnönü devralacak ve köyde eğitim projesini sürdürme görevi ona düşecekti. İnönü, cumhurbaşkanı seçilince kabineyi Celal Bayar kurdu ve milli eğitim bakanlığına Hasan Ali Yücel getirildi. Yücel, hayatını eğitime adamış bir felsefe hocasıydı.
Bakanlıkta tam bir devrim yaptı. Üniversiteler kanunu çıkararak özerkliği güvence altına almaya çalıştı. Dünya klasiklerinin çevrilmesi için bir tercüme bürosu kurdurarak 500'den fazla eserin Türkçe'ye kazandırılmasını sağladı. Ama onu ölümsüzlüğe kavuşturacak asıl projesi Köy Enstitüleri oldu. Yücel'in Milli Eğitim Şurası'nda tartışmaya açtığı bu proje, cumhuriyetin en önemli hamlelerinden biriydi. 
Yücel, bir yasa tasarısı hazırlatarak ülkeyi, tarım koşullarına göre her biri 3-4 ili kapsayan 21 bölgeye ayırdı.
Bu 21 bölgenin en uygun yerlerine birer Köy Enstitüsü kurulacaktı. Enstitüler şehirden uzakta olacak ama mümkünse tren istasyonuna yakın bir yere kurulacaktı. Bu enstitülerde köyün kalkınması için gerekli öğretmenler yetiştirilecekti. Öğretmen sadece okuma yazma öğretmekle kalmayacak, aynı zamanda köylüye modern tarım tekniklerinden marangozluğa, müzikten hasta tedavisine kadar her konuda eğitim verecekti. 
Hem geri kalmış bölgeleri kalkındıracak hem de olası göç hareketlerini önleyecek bir projeydi.

Okulların adı "enstitü" konuldu; çünkü bilgiyi iş haline getirerek uygulayan bir eğitim sistemi öngörülüyordu.

...Köy enstitüleri fikri böyle doğdu ve 1940-53 arasındaki 13 yıl boyunca 21 enstitüden 17 bin mezun verdi.

...İşte o andan sonra Anadolu'nun dört bir yanından gelmiş yüzlerce öğrenci, hocalarıyla el ele verip örneği görülmemiş bir çalışmaya başladılar. Önce yan yana dizilip kilometrelerce uzanan bir insan hattı üzerinde elden ele taş taşıdılar. Su olukları açtılar, kalasları 6 km uzaktaki Lalahan İstasyonu'ndan raylar üzerinde sürüyerek Hasanoğlan'a taşıdılar.

...Yücel'in çevirisini yaptırdığı klasikler burada bulunabiliyordu. Her öğrenci bir yıl içinde 25 klasik eseri okumak zorundaydı.

...Bu serbest okuma saatinde, isteyen öğrencilere müzik öğretmenleri tarafından mandolin, keman, bağlama dersleri de veriliyordu. Hatta bağlama dersini kimi zaman, enstitüleri birer birer gezen Aşık Veysel veriyordu.

...Ancak enstitülerin özelliği, bununla yetinilmemesi ve iş eğitimine de aynı oranda önem verilmesiydi. Derslerin yüzde 25'inde tarım dersleri veriliyordu. Tarım saati geldiğinde öğrenciler kazmaları kürekleri sırtlayıp "Ziraat Marşı" eşliğinde enstitünün tarlalarına gidiyorlar ve modern zirai teknikleri öğreniyorlardı.

...Bunun üzerine Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü açıldı. Sadece köylü çocuklarının gideceği bu yüksek okul, bir anlamda Türkiye'nin ilk köy üniversitesi olacaktı. Köy çocukları, enstitülerini olduğu gibi üniversitelerini de kendileri inşa ettiler. 131 öğrenci, temelinden çatısına kadar, harcını karıp tuğlasını dizerek kısa sürede bir üniversite inşa etti.

...Ancak Hasanoğlan asıl şöhretini sanat eğitimiyle yaptı. Güzel Sanatlar Bölümü içinde öğrencilere resim, müzik, heykeltıraşlık, tiyatro eğitimi veriliyordu. Her öğrenci bir müzik aletini çalmayı öğrenmek zorundaydı. Sanat derslerine Ankara Konservatuvarı'nın en iyi hocaları geliyordu. Batı edebiyatı derslerini Sabahattin Eyüboğlu, müzik derslerini Aydın Gün, Veysel Arseven ve Ruhi Su veriyordu.

...Gece toplantısını ihbar edenler ise o sıralar Sabahattin Ali ile davalı olan Nihal Atsız'ın öncülüğündeki Turancılardı. Enstitü, içten içe kaynamaya başlamıştı.

...İnönü, gelen haberlerden, bu iddiaların tamamen yersiz olmadığı kanısına vardı. Seçimlere 3 ay kalmış ve söylentiler her tarafa yayılmıştı. İsmet Paşa, kendi yarattığı eseri sürdürmek ile durdurmak arasında sıkışmıştı. Bir yanda ömür boyu korumaya söz verdiği enstitüler vardı, diğer yanda kendisine seçim kaybettirecek komünistlik iddiaları...
Hayatının en zor kararlarından birini vermek zorundaydı. Düşündü, taşındı ve sonunda doğru bildiğini seçti: Enstitülerden vazgeçti.

...CHP, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü'nü kapattıktan sonra, 1948'den itibaren, ilahiyat fakülteleriyle imam hatip kurslarının açılmasına izin verdi. Ancak buna rağmen 1950 seçimlerini kaybetti. İktidara gelen Demokrat Parti, 1953 yılında bütün Köy Enstitüleri'ni kapattı. Köy Enstitüleri'nin 13 yıllık koşusu böylece sona erdi.

16 Ağustos 2015 Pazar

Barbarları Beklerken



Barbarları Beklerken (J.M. Coetzee'den)

"Hiçbir şey hayal edebileceklerimizden kötü olamaz"


..."Bu herif saçmalıyor!" diye bağırıyorum. Odada öfkeden dört dönüyorum. İnsan asla subayları başkalarının, babaları da çocuklarının önünde kötülememeli, ama bu adama karşı kalbimde bir bağlılık duymuyorum.

...Adamlardan birini yiyecek getirmesi için mutfağa gönderiyorum. Dünden kalma bir somun ekmek getirip en yaşlı tutsağa veriyor. Yaşlı adam ekmeği iki eliyle, saygıyla alıp kokluyor, bölüyor ve parçaları ötekilere dağıtıyor. Ağızlarını bu kudret helvasıyla doldurup gözlerini kaldırmadan hızlı hızlı çiğniyorlar. Bir kadın avucuna çiğnenmiş ekmeği tükürüp bebeğini besliyor. Daha fazla ekmek getirmelerini işaret ediyorum. Tuhaf hayvanlara bakar gibi durup yemek yemelerini izliyoruz.

...Onları en son beş gün önce gördüm. (Keşke onları gerçekten gördüm diyebilseydim, keşke onlara dalgın dalgın, isteksizce şöyle bir göz atmaktan fazlasını yapabilseydim.) Bu beş gün içinde neler yaşadıklarını bilmiyorum. Şimdi balıkçılar ve göçebeler, muhafızları tarafından güdülerek avlunun köşesinde küçük, umutsuz bir küme halinde topluca duruyorlar; hastalar, açlar, yaralılar, korku içindeler. Dünya tarihinin bu belirsiz bölümünün birden sona erdirilmesi, bu çirkin insanların yeryüzünden silinmesi ve yeni bir başlangıç yapmak, artık adaletsizliğin, acının olmayacağı bir imparatorluk kurmak için yemin etmemiz en iyisi olurdu.

..."Bir şeyi yapmak istiyorsan yaparsın" diyor çok sert bir sesle. Açık konuşmaya çalışıyor; ama belki de, "Eğer yapmak isteseydin yapardın" demeye getiriyor. Paylaştığımız eğreti dilde nüanslar yok. Gerçeklerden, pragmatik belirliliklerden hoşlandığını fark ediyorum.

...Egzersiz vakitlerini özlemle bekliyorum, yüzümde rüzgarı, ayaklarımın altında toprağı hissetmeyi, başka çehreler görmeyi ve insan seslerini işitmeyi. Yalnız geçen iki günden sonra dudaklarım gevşek ve işe yaramaz gibi geliyor, kendi sesimi tuhaf buluyorum. İnsan gerçekten de tek başına yaşamak için yaratılmamış! Günümü beslendiğim saatlerde odaklıyorum mantıksızca. Yemeğimi bir köpek gibi yalayıp yutuyorum. Hayvansı bir yaşam beni bir hayvana dönüştürüyor.

...Bütün bunların rahatlatıcı bir yüceliği yok. Gece vakti inleyerek uyandığımda bunun sebebi düşlerimde o en adi aşağılanmaları tekrar yaşıyor olmam. Anlaşılan bana izin verilen tek ölüm şekli bir köşede köpek gibi ölmek.

...Kollarımı kaskatı tutabilirsem, yeterince akrobatik olup bir ayağımı kaldırarak halata dolayabilirsem havada ters asılı durup boğulmaktan kurtulabilirim: Beni yukarı çekmeye başlamalarından önceki son düşüncem bu. Ama bir bebek gibi güçsüzüm, kollarım sırtımın üstünde yükseliyor ve ayaklarım yerden kesilirken omuzlarımda korkunç bir yırtılma hissediyorum, sanki kaslarım yırtılıyor. Boğazımdan ilk acılı kuru böğürtü çıkıyor, dökülen çakılların sesini andırıyor. İki küçük oğlan ağaçtan atlayıp el ele, arkalarına bakmadan koşarak uzaklaşıyor. Tekrar tekrar böğürüyorum, bunu durdurmak için yapabileceğim hiçbir şey yok, ses belki de onarılamayacak kadar hasar görmüş olduğunu bilen ve dehşetle kükreyen bir bedenden çıkıyor. Kasabadaki bütün çocuklar sesimi duyacak olsa bile kendimi durduramam: Dua edelim ki büyüklerinin oyunlarını taklit etmesinler, yoksa yarın ağaçlardan bir sürü minik bedenler sarkacak. Biri beni itiyor ve yerden 30 santim yukarıda öne arkaya iri, yaşlı bir güve gibi sallanmaya başlıyor, kükrüyor, haykırıyorum. "Barbar arkadaşlarını çağırıyor" diyor biri. "Bu duyduğunuz barbar dili." Gülüşüyorlar.

...Düşlediğim sahne bu değil. Bu günlerde sık sık olduğu gibi, bu sahneden de kendimi bir aptal gibi, yolunu çok önceden kaybetmiş, ama çıkmaz bir yolda ilerlemekte ısrar eden bir adam gibi hissederek ayrılıyorum.