23 Kasım 2015 Pazartesi

Yerkubbe


Yerkubbe (Halit Kakınç'tan)

"Görmek için gelirler... Ve gelirler görülmek için." Ovidius.
"Ben insana sığabilene evren, evrene sığamayana da insan derim." Muhammed İkbal.


Arius bunu hissetmedi. Son gücünü toplayarak konuşmaya devam etti:
"Söyleyin gerçek Hıristiyanlara... Bu sapkınlık, toplu bir zulme ve katliama dönüşmeden bir an önce topluca en güvenilir yerlere göçsünler. Bu şehrin altına insinler. Sarnıçlardaki tünellerden yararlansınlar. Yeraltı mağaralarına sığınsınlar. Saklansınlar.
"Mesih'in sözlerini hiçbir zaman akıllarınızdan çıkartmayın: Er veya geç 'Birincilerin birçoğu sonuncu, sonuncuların birçoğu da birinci olacak...'

..."Wofgang Müller adlı Avusturyalı bir arkeolog, İstanbul'da bilinen yetmiş iki adet sarnıç olduğunu yazmıştı" diye araya girdi Inge. "İşin ilginç yanı, bugün hala sanki dün inşa edilmiş gibi sapasağlamlar. Ve hepsinin ortak yanı yerin altında olmaları."

...Basilica Sarnıcı'nın planını 19. yüzyıl başlarında Alman denizaltıcılar çıkarmış. Buna göre uzunluğu 140, genişliği ise 70 metre. Dikdörtgen biçiminde bir alanı kapsayan dev bir yapı. Sarnıcın içinde her biri 9 metre yüksekliğinde 336 sütun var. Birbirine 4.80 metre aralıklarla dikilen bu sütunlar, her sırada 28 tane olmak üzere 12 sıra meydana getiriyor. Toplam 9,800 metrekare alanı bulunan bu sarnıç, yaklaşık 100 bin ton su depolama kapasitesine sahip. 

..."Yerebatan Sarnıcı'nın kuzeybatı köşesindeki iki sütunun altında kaide olarak kullanılan iki adet Medusa başı var. Medusa, Yunan Mitolojisi'nde yeraltı dünyasının dişi canavarları olan üç Gorgon'dan biri. Mitolojik verilere göre bu üç kız kardeşten yalnızca Yılan Başlı Medusa ölümlüydü. Ve kendisine bakanları taşa çevirme gücüne sahipti bu dilber kızımız.."

...Gerektiği takdirde birer hafta arayla üç kere daha inilebilecekti sarnıcın sularına. Yıllardan 2014... Aylardan Kasım... Günlerden ayın 23'üydü.

...Oktay Cansu şişme bottan Medusa'ya doğru sarktı. Sağ elini üst, sol elini de alttaki gözüne yerleştirdi Medusa'nın. Ve yüksek bir sesle, Latince üç cümle söyledi: Yavaş hazırlan, Cesur olana şans yardım eder, Doğrudan konuya girilmelidir.

..."Arkadaşlar, uzay-zaman bütünlüğü içinde bilemediğimiz bir nedenden ötürü, çok büyük bir olasılıkla bizimkine paralel bir evrene geçmiş bulunuyoruz."

..."Matematiksel olarak peşinen kabul ettikleri karadelikleri incelerken bir şey daha buldular. Paralel evrenler, aynen birbirlerine uçlarından bağlı iki huni gibiydiler. Tünelin bir ucundan gir, o olağanüstü çekime kapıl, diğer ucundan dışarı fırla ve kendini diğer tarafta bul. Daha da popüler tanımıyla söylemek gerekirse, Solucan Deliği'nden geç. İşte bizim başımıza gelen de sanırım bundan ibaret."

...Moderndiler... Fakat, Antik Roma'nın cumhuriyet döneminde yüksek görevlilerin kullandıkları renkli geniş harmanilere benziyordu bunlar. Erkeklerinki mor ve vişne karışımı, kadınlarınkiyse bir zamanlar skarlet adı verilen ve kökünün İran'a dayandığı rivayet olunan alev-kan kırmızısıydı.

...Ne demişti Romalıların ünlü aşk ozanı Ovidius. "Güzellik, Tanrı'nın bir armağanıdır. Ama güzelliğinden gurur duyabilecek kaç kadın vardır ki? Çoğunuz, bu değerli armağandan payınıza düşeni alamamışsınızdır."

..."Arius, orada can verdi. Bu korkunç olayın ardından tahta çıkan İmparator I. Theodosius denilen kişi de Arius taraftarlarına son darbeyi vurmakta gecikmedi. İznik Amentüsü'nün doğrulanıp genişletildiği 381 yılında toplanan 2. Ekümenik Konsil'de, Arius hepten lanetlendi. İşte o tarihten itibaren bizim geleceğimiz çizilmiş oldu. Binlerce insan topluca katletildi, kılıçtan geçirildi, diri diri ateşlere atıldı. Arius'un yandaşlarının yaşadıkları yerleşimler yakıldı, yıkıldı. Roma kiliseleri, şeytanın kiliseleri olmuştu artık. Bizim gibiler için dünya, yaşanacak bir yer olmaktan çıkmıştı. Atalarımız, hayatta kalabilmek için mağaralara, dehlizlere, yeraltına sığındılar çaresizlik içinde.
Bir kapı kapanırsa bir kapı açılırmış inanan insanların önüne. Gökkubbe kapılarını kapatmıştı bu insanlara ama, hiç beklemedikleri bir başka kapı açılıverdi önlerinde... Yerkubbe, onları kabul etti."

..."Aşk da aynı hayatı yaşamak gibidir. Kendinizi karşınızdakine açar ve tümüyle sunarsanız, yepyeni ama çok daha güzel bir benlik oluşturabilirsiniz... Kısaca önce kalbimiz, sonra beynimiz. Biz onları hayata açtığımız sürece aşk da, mutluluk da, başarı da bize kapılarını açar."

...Bu insanlar, bizden çok daha önce tolerans denilen olgunlaşma seviyesine ulaşmışlar. Bizler ise öbür tarafta ne yazık ki tolerans denilen olgunluğun hani neredeyse sıfıra yakın bir çizgide seyretmekte olduğu bir düzeyde kalmışız. ...Eğer bir toplumda birbirlerine düşman dünya görüşleri çatışmaya başlarsa, o ülkede yaşayanlar bölünürse, acilen toleransın sağlanmasına ihtiyaç var demektir.

...Jenositler, Demositler, Politisitler, Açlık, Salgınlar ve Terörizm. 20. yüzyılda bu felaketlerin ortak yekunu olarak tam 185 milyon insanın can verdiğini biliyor muydunuz? Bencilce davranalım ve hadi diyelim ki, bu ordular savaşmaya pek meraklılarsa, bırakın savaşsınlar. Peki, sevgili dünyamızda sivilleri samimi olarak düşünen var mı acaba? Resmi verilere göre herhangi bir sivilin, bir savaş sırasında can verme ihtimali, savaşmakta olan bir askere kıyasla tam dokuz kat fazla.

...Fenerin ışığı dört bir yanda gezindi. "Sevgili dostlar, neden burada olduğumuzu bilemiyorum ama, nerede bulunduğumuzu biliyorum. Yarımburgaz Mağarası'na (Dünyanın en eski yerleşim yerlerinden olan ve 2001 yılında 1. derece Arkeolojik-Doğal Sit Alanı statüsüne alınan mağara. Küçükçekmece Gölü'nün 1,5 km. kadar kuzeyinde, Altınşehir semtinde) hoşgeldiniz."

11 Ekim 2015 Pazar

Drina Köprüsü



Drina Köprüsü (İvo Andriç'ten)

"Onun günahlarını neden affetmeyecekmişim? Hayatında mutsuz oluşu yetmiyor mu ki!"
Unutmak, her acıyı siler, arkada bırakırdı. Şarkı söylemek ise unutmak için en güzel çareydi.


Drina, daha çok sarp dağlar arasındaki dar boğazlarda ya da derin uçurumlar içinde akar. Ancak birkaç yerinde kıyıları geniş vadiler halinde açılır, kah bir kıyısında, kah her iki kıyısında insanların yaşamasına ve tarıma elverişli bazen düz, bazen dalgalı ama bereketli ovalar meydana getirir.

Bu ovalardan biri de burada, tam Drina'nın Butko kayalarıyla Uzanviçka dağlarının arasındaki dar boğazdan ani bir dirsek yaparak meydana çıktığı noktada, Vişegrad'da başlar.

...Bilirler ki, bu köprüyü Sadrazam Sokollu Mehmet Paşa yaptırmıştır ve o, bu köprü ile kasabayı çerçeveleyen şu dağlardan birindeki Sokoloviç köyünde doğmuştur.

...Bu köprünün hayali, belli belirsiz, ilk defa, 1516 yılının bir sabahında, kendisini köyünden alıp ta uzaklara, parlak ve korkunç İstanbul'a götürmek üzere buradan geçirdikleri gün, yakınlardaki Sokoloviç köyünden on yaşlarında bir oğlan çocuğunun kafasında canlanmıştı.

...O yılın Kasım ayında yüklü beygirlerle uzun bir kervanın geceyi geçirmek üzere ırmağın sol kıyısına yerleştiği görüldü. Yeniçeri ağası silahlı askerleriyle Bosna'nın doğu köylerinden belli sayıdaki Hırıstiyan çocuklarını (acemi oğlanlarını) toplamış İstanbul'a dönüyordu. Son gelişinden beri altı yıl geçmiş, onun için bu sefer seçim kolay ve zengin olmuştu. İstedikleri kadar gürbüz, sağlıklı ve zeki çocuk bulabilmişlerdi. Bunların hepsi de 10-15 yaşlarında çocuklardı. Aileler çocuklarını ormana sakladıkları, onlara aptal görünmelerini öğrettikleri halde yine de istedikleri sayıyı bulmakta zorluk çekmemişlerdi. 
Toplanan çocuklar küçük Bosna atları üstünde bir kafile halinde yola çıkarılmıştı. Her atın üstünde iki sepet vardı. Ve her birinin içine de bir çocuk yerleştirilmişti. Yanlarında bir çıkın ve birer parça çörek vardı. Baba evinden götürdükleri son tatlıydı bu. Gıcırdayan ve sallanan bu sepetlerden burunlarını dışarı çıkaran körpe ve korkulu yüzler görünüyordu.

...Çocukları ellerinden alınan analar, babalar, kardeşler, saç baş dağınık, nefes nefese atların arkasından koşuyor, İslam yapılmak, sünnet edilmek üzere yabancı diyarlara götürülen çocuklarının arkalarından sürükleniyorlardı. Artık onlar, dinlerini, asıllarını, yurtlarını unutmaya, ömürlerini yeniçeri ocaklarında veya Osmanlı İmparatorluğu'nun önemli başka işlerinde geçirmeye mahkumdular.

...Bu sepetteki çocuğun ileride ne olduğunu bütün tarih kitapları anlatır. Ve dünya onu bizden iyi bilir.

...Radisav'ın başı daha fazla eğildi. Çingeneler üstündeki gömlekle kuzu derisini çıkardılar. Göğsünde zincirlerin açtığı yaralar meydana çıktı. Radisav artık hiç sesini çıkarmadan emrettikleri gibi yüzükoyun yattı. İlkin ellerini arkasına bağladılar. Sonra ayak bileklerine birer ip geçirdiler. Çingenelerden her biri bu ipleri bir yana çekerek bacaklarını iyice ayırdılar. O sırada Mercan da kazığı iki yuvarlak tahtanın üzerine yerleştirdi. Öyle ki sivri ucu tam köylünün bacakları arasına geliyordu. Yerde yatan mahkumun önüne diz çökerek pantolonun iki bacağı arasındaki bölümü kesti ve kazığın adamın vücuduna girebilmesi için geniş bir delik açtı. Celladın işinin bu en feci bölümünü, vücudun bıçağın dokunuşu ile titrediğini, yarıyarıya kalktığını, sonra yine gürültüyle yere düştüğünü görüyorlardı. İş bitince çingene sıçrayarak ayağa kalktı. Yerden tahta çekici aldı ve kazığın yuvarlak tarafına ölçülü, ağır darbeler indirmeye başladı. İki vuruşta bir duruyor, kazığın girdiği vücuda bakıyor, sonra da çingenelere dönerek çok yavaş ipi çekmelerini tembih ediyordu. Köylünün, bacakları ayrık yatan vücudu içgüdü ile kıvranıyordu. Her çekiç vuruşunda bel kemiği katlanıyor, eğiliyor ama ipleri çekince yine dikiliyordu.
İki yana çekilen, tartılan, işkence edilen bu vücuttan, çiğnenen bir tahtadan ve kırılan bir ağaç dalından çıkan sese benzeyen bir çatırtı geliyordu.
İki vuruşta bir, çingene, yerde yatan vücuda doğru eğiliyor, kazığın doğru yoldan ilerleyip ilerlemediğine bakıyor, hayatla ilgili bir organı zedelemediğinden emin olduktan sonra tekrar yerine dönüyor, işine devam ediyordu. ...Bir iki vuruştan sonra, delinen noktadan kazığın demir ucu görünmeye başladı. Bu uç, sağ kulağın hizasına gelinceye kadar daha bir iki darbe vurdu. Adam kazığa artık büsbütün geçmişti. Şişe geçirilen bir kuzu gibi. Ne bağırsakları, ne de ciğerleri zedelenmişti. ... O sırada Mercan adamın yaşayıp yaşamadığını kontrol ediyordu. Gözleri kocaman açılmış, korkuyla bakıyordu. Kalbi boğuk boğuk atıyor, ciğerlerinden kısa ve sık nefesler çıkıyordu.
Plevlieli Abid Ağa'ya yaklaştı. Emirlerinin yerine getirildiğini, mahkumun hala sağ olduğunu, hiçbir organının zedelenmediğini ve daha da yaşayacağa benzediğini söyledi. ... Hava kararmadan, Abid Ağa'nın bir adamıyla Mercan, tekrar Radisav'ın yanına çıktı. Kazığa geçtikten dört saat sonra, hala sağ ve kendinde olduğunu gördüler. Ateş içinde yanıyor, gözlerini güçlükle çeviriyordu. Ayağının dibinde çingeneyi görünce, daha yüksek sesle inlemeye başladı.

...Artık yeryüzünde değildi. Elleri bir yere dokunmuyor, yüzmüyor, uçmuyor, ağırlık merkezini kendi üstünde taşıyor, yeryüzünün bağlarından kurtulduğu için de acı çekmiyordu. Artık hiçbir şey onu etkileyemezdi: Ne tüfek, ne kama, ne kötü düşünceler, ne insanların acı sözleri, ne de mahkemeler...

...Edirne'den Saraybosna'ya kadar bu hanın bir benzeri yoktu. Her yolcu, hayvanları, hizmetkarlarıyla bedava yiyip içmek şartıyla bir gece burada kalabiliyordu. Bütün bunlar da köprü gibi Mehmet Paşa'nın vakıfları arasındaydı.

...Unutmak, her acıyı siler, arkada bırakırdı. Şarkı söylemek ise unutmak için en güzel çareydi. Çünkü insan şarkı söylerken daima sevdiği şeyleri düşünür.
....Farkında olmadan küçük kasabanın felsefesini de orada öğrenmiş oluyorlardı. Hayat anlaşılmaz bir mucizedir, boyuna harcanır, erir, buna rağmen yine dayanır, sürüp gider. Tıpkı Drina'nın üstündeki köprü gibi.

...Daima başkalarının derdi ile uğraştığından kendini düşünmeye vakit bulamazdı. Onun için yüz yıla yaklaşan yaşamının hep sağlık, mutluluk ve refah içinde geçtiğine inanırdı.

...Onlar, o çağda Müslümanlarla Sırplar arasında ne ölçüde bir dostluktan söz etmek mümkünse o derece eski dost ve çocukluk arkadaşıydılar. Rahip Nikola, gençliğinde, Vişegrad Müslümanlarıyla arası açılıp da gizlenmek ve Sırbistan'a kaçmak zorunda kalınca, o zaman kasabada, babası çok nüfuzlu bir adam olan Molla İbrahim ona yardım etmişti. Daha sonraları kasabadaki kargaşalık dinince, iki din arasındaki ilişkiler de düzelmiş ve artık yaşını başını almış olan bu iki adam arasında da bir dostluk başlamıştı. Şaka olarak birbirlerini "komşu" diye çağırırlardı. ...Şakayı seven kasabalılar iyi anlaşan kişilerden söz ederlerken: "Papazla hoca gibi sevişiyorlar" derlerdi. Bu söz atasözü gibi yerleşip kalmıştı.

-Bir felaket oldu mu ortada ispat edilecek bir şey kalmaz! dedi. Kim aklı başındayken hayatına kıyabilir? Kim onu, bir dinsiz gibi, hiçbir rahibin yardımı olmadan bir duvarın dibine gömme sorumluluğunu üstüne alabilir? Hadi git Mösyö! Allah senden razı olsun! Ölüyü hazırlamalarını emret ki, onu hemen gömelim. Hem de mezarlığa.. Başka bir yere değil!
Drajenoviç gittikten sonra şaşırmış olan Rahip Yoso'ya döndü:
-Bir Hıristiyana mezarlıkta bir kabri nasıl çok görebilirsin? dedi. Hem de neden onun günahlarını affetmiyecekmişim? Hayatında mutsuz oluşu yetmiyor mu ki? Hepimizin günahlarının hesabını soracak olan, varsın onun da günahlarının hesabını sorsun!..

...İlk anlaşmazlık ve çatışmalardan sonra yeni hükümet halkın üstünde net bir sağlamlık ve devamlılık izlenimi bıraktı. (Kendisi de bu duygunun etkisi altındaydı. Çünkü böyle olmasa güçlü ve sürekli bir idare kurulamazdı.) Gücünü dolaylı olarak hissettiriyor, onun için de halk onu eski Osmanlı düzeninden daha kolay sindiriyordu. Açgözlülüğünü ve zulmünü, geleneksel biçimlerle bir ağırbaşlılık ve parlaklık maskesi altında gizliyordu. Halk hükümetten korkuyor ama, ölümden ve hastalıktan korkar gibi korkuyor, zulüm, felaket ve fenalık karşısında titrer gibi değil!

...Onun için de halka, sanki etrafında her şey değişmiş, zenginleşmiş ve genişlemiş gibi geliyordu. Ve sanki daha da rahat nefes alıyorlardı. Yeni devlet, iyi bir idare sistemiyle, insanların cebinden Osmanlı idaresinin zorla çektiğini, acısız ve kimseyi sarsmadan çekip alıyorlardı. O kadar ki, halk ödediği vergilerin, yükümlülüğünün belki farkında bile olmuyordu. Böylece Avusturyalılar Osmanlılar zamanından fazla para çekiyor, ama bunu daha kolay, daha çabuk ve daha emin bir biçimde yapıyorlardı.

...Şimendiferin yapılması ile sadece yolculuk ve ulaşım hızlanmadı, hemen aynı tarihte olaylar da hızlandı. Bu hızlanma derece derece olduğundan ve onlar da bunun akışına kapıldıklarından kasabalılar bunu pek hissetmiyorlardı. Halk artık heyecanlı şeylere de alışmıştı. Heyecanlı havadisler onlara işitilmedik müstesna şeyler gibi gelmiyordu. Tersine, bu, günlük bir gıda, gerçek bir ihtiyaçtı. Hayat bir tarafa yöneliyor ve birden hızlanıyordu. Tıpkı engellere çarpıp kayaları aşan ve çağlayan haline gelen bir sel gibi.

...Delikanlı onu, içinde kendini kaybetmeye başladığı o karanlık dünyadan çekip çıkarıyor ve her şeye bir ilaç ve bir çara bulunduğunu insan hayatının gerçeklerine doğru sürüklüyordu. Bu sohbetler Aya Sava yortusundan sonra da sürdü. Kış geçti, bahar geldi. He gün buluşuyorlardı. Zaman geçtikçe, genç kız da kendini topladı, güçlendi, şifa buldu. Ve gençliğine özgü o hızla değişti. Artık herkes Zorka ile Glasinçanin'e sık sık buluşan iki genç gözü ile bakıyorlardı.
Oysa, doğrusunu söylemek gerekirse, kız, Glasinçanin'in evvelce dikkatle dinleyip ilaç gibi içtiği sözlerini artık ilginç bulmamaya başlamıştı. Kimi zaman bu karşılıklı dertleşme ve içini dökme ona ağır geliyordu. Aralarında bu samimiyetin nasıl doğduğuna şaşıyor, kendine adeta kızıyordu. Kimi zaman ruhunu kurtarmış olduğunu hatırlayarak bu sıkıntıyı yenmeye çalışıyor, onu elinden geldiği kadar dikkatle dinliyordu. Tıpkı borcunu bilen minnettar bir borçlu gibi.
...Ama bu sırada ona evet diyemezdi. Onu parça parça etseler yine diyemezdi. Hiç umudu olmadığı halde, o, sevmesini bilmeyen adamı bir kere daha görmek istiyordu. Bir kere daha görsün... sonra ne olursa olsundu!
Nikola beklerdi. Bunu biliyordu. El ele tutuşarak kalktılar ve şarkının geldiği yere inen dik yokuşa saptılar.

6 Eylül 2015 Pazar

Sarıkasnak - Denize Dair Hikâyat



Sarıkasnak (Vecdi Çıracıoğlu'ndan)

İsmi ile müsemma Hoyratdeniz... Kıyısında küçük bir köy, Dünyanıngözü; iki ağızlı, ters dönmüş bir kaşık, belki de denizde yüzen fettan bir kadının omzu gibi... Kıyı köyünde bir dalgıç; dünyaya açılan iki penceresinden birini savaşta kaybeden Camgöz Reis...


...Denizle uğraşan her insanın denizin dibinde bir dostu, bir sevgilisi vardır. Bir oğul, bir kardeş, bir kesik el, alabora batık bir tekne, fırtınanın kopardığı bir yelken direği... Bütün bunlara rağmen deniz insanı suskundur karada. Deniz insanı karada konuşmaz, sadece düşünür, onun herhangi bir lisanı yoktur konuşulacak. O, denizin enginliğine bakarak dantelalar örer, kanaviçeler işler yalnızlığına. O, türü keşfedilmemiş bir ipekböceği gibidir kozasını ören...

...Denize giden insan farklıdır ve aşka çağrılan deli divane bir aşık gibi gözden kaybolana kadar, ellerini sallayarak vedalaşır sevdicekleriyle. Yazgısının arkasından koşan deniz insanı için uzundur bu vedalaşmalar.

...Denizin mavisi, şeytanı örterek karanlığa bürünen hava gibi karardı. Hiç acı duymadı önce. İşte o anda bedeni yana yana zifiri karaya bıraktı kendini. İşte o anlardan birinde, gözlerinden biri, sepetten düşen yumurtanın akı gibi aktı yanağından.
O hain an, gözünü çalmıştı yuvasından.
Cephede, toprağa peş peşe düşen arkadaşları gibi, dünyaya açılan iki penceresinden biri, içinden sular seller akan deli bir nehir gibiydi. Çavlanlar kükredi içindeki nehirde. Zangır zangır titreyerek, sıtma yemiş gibi nöbete geldi bedeni.

...Gözü aktığı o günden sonra ölümü umursamayan, ölüm gibi bir adamdı artık. Nasıl bir çocuk ölümü kendinden çok uzaklarda görürse, o da, işte öylesine uzaklarda, denizle göğün birleştiği yerdeki ince uzun çizginin sonsuzluğunda görür olmuştu Yaşamevi'nin sonunu.

...Denizlere dalmadan önce bal yutardı iki kaşık, suyun altında üşümesin diye. Canı bal çekti. Tam elini cebine sokmak için uzatmıştı ki, o an parası olmadığını hatırlayıp duraksadı. İç geçirdi. Kendini bal küpüne düşmüş çaresiz bir arı gibi hissetti ve adımlarını hızlandırdı.

...Yandan çarklı bir vapura binip Karaköy'e gelmiş ve Tünel'den yukarıya çıktıklarında tam karşılarına gelen çiçeklerle süslü taktan içeri girerek bir dükkanın önünde durmuşlardı. Dükkan, ne kasabasındakilere ne de köyündekilere benziyordu. Vitrini, parçalanmış insan uzuvlarıyla doluydu: kollar, bacaklar, duygusuz suratlı kesik başlar üzerine iğreti tutturulmuş yan yatık saçlar ve bir yığın garip alet edavat...
Gördükleri karşısında nutku tutularak, bir anda kendini yine cephede sanmıştı. Gözleri kararıp kendini, tam siper yapacağı sırada, yanındakinin zorlamasıyla ite kaka dükkandan içeri attı. Adımları geri geri tezgaha vardıklarında, arkadaki perdenin arasından, vitrindeki kesik başlardan biri gibi ölü yüzlü bir adam çıktı. Reis'e baktıktan sonra, hiçbir şey konuşmadan arkasını döndü. Raftaki küçük kutulardan birini aldı, açtı ve bankonun üzerine koydu. Kutunun içinden çıkardığı bordo kadifeye sarılı porselen camgözü, baş ve işaret parmaklarının arasında gözünün hizasına getirdi. Tel gözlüklerinin üzerinden bir gözünü kısıp Reis'in içi boş göz çukurunu kerteriz alarak, tuttuğu bilyenin çapını, çekmecesinden çıkarttığı kararmış, yarı yarıya paslanmış bir kumpasla ölçtükten sonra, 'olur' anlamında başını aşağı yukarı iki kere salladı.
Sessizliği yine o bozdu:
"Sizin gözünüz tam tamına budur monşer!.."

...Eline verilen aynada yeni yüzüne baktığı andan bu yana, sağlam gözü gibi sevdiği camgözünü hep kolladı.

...Yamalı da olsa temiz giyinmeye çalışıyorlardı. Giydikleri her çulda, renkleri birbirine aykırı da olsa, muhakkak küçük yama parçaları vardı. 'Güzel elbise giymekle savaşçı olunmaz ki,' diye düşündü. Sonra, 'Biz gözümüzü kaybettik vatan için. Para vererek harbe gitmeyen, bir çuval zahireyi bir bağa, bir tarlaya satanlar, karaborsacılar, vatan için şimdi yine yoksulları çalıştırıyorlar!' diye, içinden geçirdi.

...Deniz ışığı, gündüz olsun, gece ay ışığı altında olsun insanın gözlerini kemirirdi Dünyanıngözü'nde. Menevişler içindeki iki koy; soldaki küçük liman, sağdaki büyük liman; yarısı kırık, sırt sırta vermiş iki ayna gibiydi. Dünyanıngözü halkı bilirdi; iki limandan biri çalkalanmaya başladığında, öteki ayna gibi dümdüz olurdu. Limanlar, aşkları uzun süredir devam eden karı koca gibiydiler. Biri bağırmaya başlarsa, diğeri, bir köşeye sinerek sesini çıkarmazdı.

...Denizin efendisi rüzgardır. Onun da efendisi Denizler Ecesi... Denize çıkmak ondan izin almaktan geçer. Havanın ne zaman ve nasıl patlayacağı, denizin kaynayacağı, bir tek denizle uğraşan, hayatını denizlerde geçirip kendilerini ona adayanlar, adak olanlar tarafından bilinirdi. Balıkçılar bilirdi, mavi havanın aniden karalara bürünüp, çarşaf gibi denizi bir dakikadan az bir süre içinde kabartıp, dev dalgalar doğurduğunu.

4 Eylül 2015 Cuma

Makedonya Gamzesi



Makedonya Gamzesi (Üstün İnanç'tan)

Zadegan sefahatte, ahali sefalette, siyaset menfaatte, ordu siyasette...

Filistin topraklarına gelince; orası altınla satılamaz. Kanla alındı, verilirse de kanla verilir!..


...İttihat ve Terakki'nin gizlilik günlerinde yakalanma tehlikesi sezip memleket dışına kaçarak çalışmalarına oralarda devam edenlere Avrupalılar Jön Türkler diyorlardı. Ahmed Rıza, Dr. Nazım, Mizancı Murad gibi isimler başta geliyordu. Bunlar oralarda beyler, paşalar gibi yaşıyorlardı. Nasıl? İngiliz altınlarıyla.... Bunu diye İngiltere'nin en zengini Yahudi Rotschild'di. O bile perde arkasında kalıyor, Jön Türklerle Mısırlı Mustafa Fazıl Paşa'yı yüz yüze getirip altınları onun eliyle dağıtıyordu. 
İşte gizlilik zamanında memleket içindeki Selanik locasının mayası o Jön Türkler'in marifetiydi. Bu mayanın içinde zabitler de olmakla birlikte Yahudi ve Masonlar daha ağır basıyordu. Seslenişleri dayanılmayacak kadar çekiciydi:
-Hürriyet, uhuvvet, müsavat, adalet! Türkiye Türklerindir!

...Sirkeci sahilinde faytoncuyu savıp yirmi para ödeyerek bir sandalla Galata rıhtımına geldi. Burada kocaman şileplerden yük boşaltılıyordu. Tahta köprüye doğru yürürken "İstanbul Esham ve Tahvilat Borsası"nın önünde durdu. Burası dünyanın sayılı borsalarından biriydi. İçeride Türklere pek tesadüf edilmezdi. Osmanlı'nın sanayi ve bankacılığı olsun, ticareti olsun, yabancı veya yerli tatlısu Firenklerinin elindeydi. Bu borsanın karşı tarafında, Havyar Hanı isimli binada ise zahire borsası vardı. Eskişehir'in ilerisinden İstanbul'a buğday getirilmezdi. Sebep olarak da tren navlunlarının yüksek olması gösterilirdi. Şehirde daha ziyade Romanya ve Besarabya (Moldova) buğdayları bulunurdu.
Fehmi bütün bunları biliyordu. Keşke iktidardaki İttihatçılar da bilseler, memleketin tamamen iktisadi esarete kaydırıldığını görebilselerdi. "Vah memleketim, vah insanlarım" diye mırıldandı.

...Kadırga'ya gelmişti. Burası yemyeşil dutluktu. İstanbul'un dut ihtiyacının büyük kısmı belki de buradan temin ediliyordu. Gerçi Mecidiyeköyü ve Fulya deresi etrafında buradakilerden daha ziyade dutluklar vardı ama, hem nispeten şehir dışında bulunmaları, hem de "Yıldız"a yakın düşmeleri ticari planda değerlendirmelerine elverişli değildi. Bol dutu olan bir başka yer ise Çengelköyü'ydü.

...Halbuki Tıbbiye-i Şahane'den itibaren pek çok mektebi Sultan'ın (Abdülhamid Han) kendi öz kesesinden yaptırdığı herkesin malumuydu. Ne yazık ki Halife, en hunhar yakıştırmalara da burada maruz kalmıştı:
-Askeri Tıbbiye'nin körpecik talebelerini çuvallara koyup, ağızlarını bağlatarak Sarayburnu'ndan canlı canlı denize atılmasını irade eden kızıl sultan!
İşte Fuat'ın onlardan koğuş sebebini bu iftira hazırlamıştı. İttihat'ın baş kurucusu Temo İbrahim'e sormuştu:
-Çuvalla denize atılanlar kimler? İsimlerini verin!
Temo İbrahim doğru dürüst bir cevap verememiş, sadece kendisine ters ters bakmıştı.

...
-Biz, Doksanüç bozgunuyla sığındık buralara!.. Devlet bir kısmımızı Hüdavendigar (Bursa) vilayetine, bir kısmımızı da Edrine ötelerine yerleştirdi.
-Siz İstanbul'da kaldınız.
-Evet.
-Bu muhacir arabalarını işletenlerin hepsi Pomak mı?
-Beyefendi, bütün muhacirleri bir millet olarak görmek lazımdır. Elbette hepimiz Pomak değiliz. Boşnaklar bizden fazladır.

...Başka şeyler konuşmaya başladılar. Bir ara faytoncu acı haberi verdi:
-Fatih'in neredeyse yarısı kül olmuş beyim! Çırçır'da başlamış, oradan yanlara ve aşağılara kadar bütün evler kül olmuş. Tam bin beş yüz ev!
-Pekala nasıl olmuş; bir şeyler işittiniz mi?
-Vallahi kimine göre Ermeniler yağlı çaput atarak yangını başlatmışlar. Kimine göre de bozuk seciyeli tulumbacılar, yağmacıların telkiniyle kundak yapmışlar!

...
-Ya gözümün nurları, fırkacılık böyledir! Kurdu kuşa kaptırtır, iyiyi kötüye kırdırtır, güzeli çirkine ezdirtir... Fırkacılık vahim bir illettir ki; oraya dahil olan olmayanı düşman beller. Değil öz arkadaşı öz babası olsa bile öldürmeyi kurar, bunun için fırsat kollar.

...Gamze onun gözlerinin dolu dolu olduğunun farkına vararak "latife ettim, latife" diye bahsi kapatmıştı.
Evlenmelerine ramak kalmıştı. Artık Ali Fikri Bey yaverine "damat" diye hitap ediyordu. Bir gün şöyle demişti Fehmi'ye:
-Damat! Hayırlısıyla başınızı bağladıktan sonra tekaüde ayrılacağım. Şöyle ayaklarımı uzatıp istirahat benim de hakkım. Zaten bizim mesleğin de tadı kaçmak üzere.. Küçük rütbeli zabitler asi niyetler taşıyor, en küçük fırsatta da teşhir ediveriyorlar. İnşallah Gamze'm sana emanettir.
Ertesi günü karargahta çalışırlarken korkunç bir patlama işitmişlerdi. Ali Fikri Bey'in oturduğu konak berhava edilmişti. Gamze evde yalnızdı. Parçalanan cesedi yerlerden toplanmıştı..
Fehmi başını taşlara vura vura dövünmüştü. Lakin yaşamıştı. Çünkü yanında Remzi vardı. Arkadaşına sahip çıkmış, onu hemen Manastır'daki dergaha götürmüştü. Fehmi orada ibadet ve nasihatler sonrasında kendisine gelebilmişti...

...Lakin Remzi ve Doktor Fuat arkadaşlarımız bu vazifeyi bana verdiler. Arkadaşlar, benim ruznamem gayet sarihtir: Gönülden ittifak ve teyakkuz!.. Arkadaşlar, sizleri bilmem ancak ben sokakları, orada yaşayan insanları yakından görüp teşhis ederek buraya geldim. Tespitlerim ciddidir ve teyakkuz istemektedir. Hepiniz gayet muhkem yetiştirilmiş, vatansever insanlarsınız. Arkadaşlar! Zadegan sefahatte, ahali sefalette, siyaset menfaatte, ordu siyasette... Devlet bir berzaha getirilmiş ki Allah saklasın, bir kımıldanmanın vatanı uçuruma yuvarlaması muhtemeldir! Muradım hiç kimseyi, hiçbir siyasiyi tenkit ve telmihe tabi tutmak değildir. Olan olmuştur. Mesuliyet hissine sahip kimseler olarak bizlere düşen mühim vazifeler vardır! Evet, şimdi sizlere soruyorum: gönülden ittifak ve teyakkuza var mısınız?

...Yemin ettikten sonra Fehmi tane tane konuştu:
-Arkadaşlar! Almanya'nın ve bir miktar İngiltere'nin tertibi karşısındayız!.. Hepimiz bu içtima ve hizmetin çekirdeğiyiz. Lakin ileride daha pek çok iştirakler vaki olacaktır. O sebeple parola iktiza edecektir. Parolamız "Makedonya Gamzesi"dir.

...İngiltere istihbarat teşkilatı başta olmak üzere Rusya ve Almanya'nın bu kabil teşkilatları, üzerinde her zaman titizlik gösterdiği "Yıldız istihbaratını" numune almışlardı.
İttihatçılar, gelir gelmez tarumar etmişlerdi bu ciddi müesseseyi. Hınçları yüzünden devletin menfaatini hiç düşünmemişlerdi! Bu mümtaz teşkilata jurnalcilik, müzevirlik gibi yakıştırmalar; Jöntürk-Yahudi-Mason beraberliğinin iftirasıydı.
Bir vakit Alman Yahudisi Theodor Hertz, Abdülhamid'in huzuruna çıkarak şu talepte bulunmuştu:
-Padişah hazretleri! Filistin topraklarını on milyon altına satın almak isteriz? Bu miktar tensibinize göre değiştirilebilir. Yanında da devletinizin Duyun-ı Umumiye borçlarının hepsini sildiririz!
-Filistin topraklarını niye istiyorsunuz?
-Yahudilere yurt yapmak için talep ediyoruz.
-Ben Duyun-ı Umumiye borçlarını kendi kesemden ödemekteyim! Geride çok fazla bir şey kalmadı. Filistin topraklarına gelince; orası altınla satılamaz. Kanla alındı, verilirse de kanla verilir!..

...biz Mısır'a, bilhassa Hindistan'a, İslam kütlelerini idaremiz altına alabilmek için milyonlarca altın akıttık. Yine de tam netice alamadık. Halbuki Halife, senede bir defa Selam-ı Şahane'yle Hafız Osman hattı Kur'an gönderiyor, bütün İslam ümmetini hudutsuz bir hürmet hissi içinde emrinde tutuyor... İşte biz gerek ihtilalden, gerekse Jön Türkler'den Hilafetin, yani Selam-ı Şahane ve Hafız Osman hattı Kur'anla kütleleri avucunda tutan kuvvetin kaldırılmasını bekledik... Aldandık! Sizin hürriyete kavuşmanızdan bize ne? Soğukluk görmenizin sebebi budur.

...Otomobil yıldırım hızıyla yola çıkmıştı... Fehmi çok kan kaybettiğinden gayet halsizdi. Hasta bakıcı gazlı bezle devamlı tampon yapıyordu. Kan oldukça dinmişti. Yarayı sardıktan sonra eline bir rapor kağıdı alarak sordu:
-İsmini bağışlar mısın beyim?
Fehmi bayılmamak için bütün iradesini kullanıyordu.. O haliyle yüzüne acı bir tebessüm kondurarak inledi:
-Makedonya Gamze'si...

29 Ağustos 2015 Cumartesi

Köy Enstitüleri



Köy Enstitüleri (Can Dündar'dan)

Biz yurdun öz sahibi, efendisi, köylüyüz!

İlk Gün;
40 kişiydiler. Hepsi yoksul köylü çocuklarıydı. Aralarında hiç kız yoktu. Eskişehir'e kimi ana babasıyla kimi yalnız geldi. İlkokulu bitirdikten sonra, "Çifteler'e öğretmen okulu açılıyor" diye duymuş, babalarının zar zor topladığı 30 lirayı kayıt için verip soluğu Eskişehir'de almışlardı.
5 yıl orada okuyacak, öğrenecek ve köylerine öğretmen olarak geri döneceklerdi.
Hızla büyüyecek bir eğitim ordusunun ilk neferleri olduklarından haberleri yoktu.
1937 yılıydı. Yoksulluk diz boyuydu.

...Siyah dar paçalı, arkası bohçalı, donlu çarık giymişlerdi. Ben nahiyeden gittiğim için daha bol paça pantolonum vardı ama arkadaşların çoğu, bu dediğim kıyafetteydi. Çoğunun ceketi yok, sıkma dediğimiz yakasız gömlek, şimdi hakim yaka diyorlar; moda oldu. O, yokluktan öyle dikilirdi tabi.

...Kurtuluş 15 yıl önce gerçekleşmiş ama ülke yoksulluktan ve cehaletten kurtulamamıştı. Ne dil devrimi ne de okuma yazma seferberliği köyün gelişmesine yetmişti. Ülkenin nüfusu 16 milyondu, okuryazar sayısı sadece 2.5 milyon... Yani 7 kişiden sadece biri okuma yazma biliyordu. 
Nüfusun yüzde 80'i köylerde yaşıyordu, çocukların geldiği Anadolu cehalet içinde kıvranıyordu.

Mustafa Kemal'in adını koyduğu projenin başına İsmail Hakkı Tonguç getirildi. Tonguç, Gazi Eğitim Enstitüsü'nde elişi hocasıydı. Özellikle köyde eğitim konusunda araştırma ve çeviriler yapmıştı. Orduda çavuş ve onbaşı olarak askerlik yapmış 85 kişi köylerinden çağrılıp Eskişehir Çifteler'e eğitime alındı. 6 ay kurs görecek ve köylerine dönüp çocuklara temel eğitim vereceklerdi.

...Atatürk'ün ölümü, bir dönemin kapanışının da habercisiydi. Atatürk'ten sonra liderliği İsmet İnönü devralacak ve köyde eğitim projesini sürdürme görevi ona düşecekti. İnönü, cumhurbaşkanı seçilince kabineyi Celal Bayar kurdu ve milli eğitim bakanlığına Hasan Ali Yücel getirildi. Yücel, hayatını eğitime adamış bir felsefe hocasıydı.
Bakanlıkta tam bir devrim yaptı. Üniversiteler kanunu çıkararak özerkliği güvence altına almaya çalıştı. Dünya klasiklerinin çevrilmesi için bir tercüme bürosu kurdurarak 500'den fazla eserin Türkçe'ye kazandırılmasını sağladı. Ama onu ölümsüzlüğe kavuşturacak asıl projesi Köy Enstitüleri oldu. Yücel'in Milli Eğitim Şurası'nda tartışmaya açtığı bu proje, cumhuriyetin en önemli hamlelerinden biriydi. 
Yücel, bir yasa tasarısı hazırlatarak ülkeyi, tarım koşullarına göre her biri 3-4 ili kapsayan 21 bölgeye ayırdı.
Bu 21 bölgenin en uygun yerlerine birer Köy Enstitüsü kurulacaktı. Enstitüler şehirden uzakta olacak ama mümkünse tren istasyonuna yakın bir yere kurulacaktı. Bu enstitülerde köyün kalkınması için gerekli öğretmenler yetiştirilecekti. Öğretmen sadece okuma yazma öğretmekle kalmayacak, aynı zamanda köylüye modern tarım tekniklerinden marangozluğa, müzikten hasta tedavisine kadar her konuda eğitim verecekti. 
Hem geri kalmış bölgeleri kalkındıracak hem de olası göç hareketlerini önleyecek bir projeydi.

Okulların adı "enstitü" konuldu; çünkü bilgiyi iş haline getirerek uygulayan bir eğitim sistemi öngörülüyordu.

...Köy enstitüleri fikri böyle doğdu ve 1940-53 arasındaki 13 yıl boyunca 21 enstitüden 17 bin mezun verdi.

...İşte o andan sonra Anadolu'nun dört bir yanından gelmiş yüzlerce öğrenci, hocalarıyla el ele verip örneği görülmemiş bir çalışmaya başladılar. Önce yan yana dizilip kilometrelerce uzanan bir insan hattı üzerinde elden ele taş taşıdılar. Su olukları açtılar, kalasları 6 km uzaktaki Lalahan İstasyonu'ndan raylar üzerinde sürüyerek Hasanoğlan'a taşıdılar.

...Yücel'in çevirisini yaptırdığı klasikler burada bulunabiliyordu. Her öğrenci bir yıl içinde 25 klasik eseri okumak zorundaydı.

...Bu serbest okuma saatinde, isteyen öğrencilere müzik öğretmenleri tarafından mandolin, keman, bağlama dersleri de veriliyordu. Hatta bağlama dersini kimi zaman, enstitüleri birer birer gezen Aşık Veysel veriyordu.

...Ancak enstitülerin özelliği, bununla yetinilmemesi ve iş eğitimine de aynı oranda önem verilmesiydi. Derslerin yüzde 25'inde tarım dersleri veriliyordu. Tarım saati geldiğinde öğrenciler kazmaları kürekleri sırtlayıp "Ziraat Marşı" eşliğinde enstitünün tarlalarına gidiyorlar ve modern zirai teknikleri öğreniyorlardı.

...Bunun üzerine Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü açıldı. Sadece köylü çocuklarının gideceği bu yüksek okul, bir anlamda Türkiye'nin ilk köy üniversitesi olacaktı. Köy çocukları, enstitülerini olduğu gibi üniversitelerini de kendileri inşa ettiler. 131 öğrenci, temelinden çatısına kadar, harcını karıp tuğlasını dizerek kısa sürede bir üniversite inşa etti.

...Ancak Hasanoğlan asıl şöhretini sanat eğitimiyle yaptı. Güzel Sanatlar Bölümü içinde öğrencilere resim, müzik, heykeltıraşlık, tiyatro eğitimi veriliyordu. Her öğrenci bir müzik aletini çalmayı öğrenmek zorundaydı. Sanat derslerine Ankara Konservatuvarı'nın en iyi hocaları geliyordu. Batı edebiyatı derslerini Sabahattin Eyüboğlu, müzik derslerini Aydın Gün, Veysel Arseven ve Ruhi Su veriyordu.

...Gece toplantısını ihbar edenler ise o sıralar Sabahattin Ali ile davalı olan Nihal Atsız'ın öncülüğündeki Turancılardı. Enstitü, içten içe kaynamaya başlamıştı.

...İnönü, gelen haberlerden, bu iddiaların tamamen yersiz olmadığı kanısına vardı. Seçimlere 3 ay kalmış ve söylentiler her tarafa yayılmıştı. İsmet Paşa, kendi yarattığı eseri sürdürmek ile durdurmak arasında sıkışmıştı. Bir yanda ömür boyu korumaya söz verdiği enstitüler vardı, diğer yanda kendisine seçim kaybettirecek komünistlik iddiaları...
Hayatının en zor kararlarından birini vermek zorundaydı. Düşündü, taşındı ve sonunda doğru bildiğini seçti: Enstitülerden vazgeçti.

...CHP, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü'nü kapattıktan sonra, 1948'den itibaren, ilahiyat fakülteleriyle imam hatip kurslarının açılmasına izin verdi. Ancak buna rağmen 1950 seçimlerini kaybetti. İktidara gelen Demokrat Parti, 1953 yılında bütün Köy Enstitüleri'ni kapattı. Köy Enstitüleri'nin 13 yıllık koşusu böylece sona erdi.

16 Ağustos 2015 Pazar

Barbarları Beklerken



Barbarları Beklerken (J.M. Coetzee'den)

"Hiçbir şey hayal edebileceklerimizden kötü olamaz"


..."Bu herif saçmalıyor!" diye bağırıyorum. Odada öfkeden dört dönüyorum. İnsan asla subayları başkalarının, babaları da çocuklarının önünde kötülememeli, ama bu adama karşı kalbimde bir bağlılık duymuyorum.

...Adamlardan birini yiyecek getirmesi için mutfağa gönderiyorum. Dünden kalma bir somun ekmek getirip en yaşlı tutsağa veriyor. Yaşlı adam ekmeği iki eliyle, saygıyla alıp kokluyor, bölüyor ve parçaları ötekilere dağıtıyor. Ağızlarını bu kudret helvasıyla doldurup gözlerini kaldırmadan hızlı hızlı çiğniyorlar. Bir kadın avucuna çiğnenmiş ekmeği tükürüp bebeğini besliyor. Daha fazla ekmek getirmelerini işaret ediyorum. Tuhaf hayvanlara bakar gibi durup yemek yemelerini izliyoruz.

...Onları en son beş gün önce gördüm. (Keşke onları gerçekten gördüm diyebilseydim, keşke onlara dalgın dalgın, isteksizce şöyle bir göz atmaktan fazlasını yapabilseydim.) Bu beş gün içinde neler yaşadıklarını bilmiyorum. Şimdi balıkçılar ve göçebeler, muhafızları tarafından güdülerek avlunun köşesinde küçük, umutsuz bir küme halinde topluca duruyorlar; hastalar, açlar, yaralılar, korku içindeler. Dünya tarihinin bu belirsiz bölümünün birden sona erdirilmesi, bu çirkin insanların yeryüzünden silinmesi ve yeni bir başlangıç yapmak, artık adaletsizliğin, acının olmayacağı bir imparatorluk kurmak için yemin etmemiz en iyisi olurdu.

..."Bir şeyi yapmak istiyorsan yaparsın" diyor çok sert bir sesle. Açık konuşmaya çalışıyor; ama belki de, "Eğer yapmak isteseydin yapardın" demeye getiriyor. Paylaştığımız eğreti dilde nüanslar yok. Gerçeklerden, pragmatik belirliliklerden hoşlandığını fark ediyorum.

...Egzersiz vakitlerini özlemle bekliyorum, yüzümde rüzgarı, ayaklarımın altında toprağı hissetmeyi, başka çehreler görmeyi ve insan seslerini işitmeyi. Yalnız geçen iki günden sonra dudaklarım gevşek ve işe yaramaz gibi geliyor, kendi sesimi tuhaf buluyorum. İnsan gerçekten de tek başına yaşamak için yaratılmamış! Günümü beslendiğim saatlerde odaklıyorum mantıksızca. Yemeğimi bir köpek gibi yalayıp yutuyorum. Hayvansı bir yaşam beni bir hayvana dönüştürüyor.

...Bütün bunların rahatlatıcı bir yüceliği yok. Gece vakti inleyerek uyandığımda bunun sebebi düşlerimde o en adi aşağılanmaları tekrar yaşıyor olmam. Anlaşılan bana izin verilen tek ölüm şekli bir köşede köpek gibi ölmek.

...Kollarımı kaskatı tutabilirsem, yeterince akrobatik olup bir ayağımı kaldırarak halata dolayabilirsem havada ters asılı durup boğulmaktan kurtulabilirim: Beni yukarı çekmeye başlamalarından önceki son düşüncem bu. Ama bir bebek gibi güçsüzüm, kollarım sırtımın üstünde yükseliyor ve ayaklarım yerden kesilirken omuzlarımda korkunç bir yırtılma hissediyorum, sanki kaslarım yırtılıyor. Boğazımdan ilk acılı kuru böğürtü çıkıyor, dökülen çakılların sesini andırıyor. İki küçük oğlan ağaçtan atlayıp el ele, arkalarına bakmadan koşarak uzaklaşıyor. Tekrar tekrar böğürüyorum, bunu durdurmak için yapabileceğim hiçbir şey yok, ses belki de onarılamayacak kadar hasar görmüş olduğunu bilen ve dehşetle kükreyen bir bedenden çıkıyor. Kasabadaki bütün çocuklar sesimi duyacak olsa bile kendimi durduramam: Dua edelim ki büyüklerinin oyunlarını taklit etmesinler, yoksa yarın ağaçlardan bir sürü minik bedenler sarkacak. Biri beni itiyor ve yerden 30 santim yukarıda öne arkaya iri, yaşlı bir güve gibi sallanmaya başlıyor, kükrüyor, haykırıyorum. "Barbar arkadaşlarını çağırıyor" diyor biri. "Bu duyduğunuz barbar dili." Gülüşüyorlar.

...Düşlediğim sahne bu değil. Bu günlerde sık sık olduğu gibi, bu sahneden de kendimi bir aptal gibi, yolunu çok önceden kaybetmiş, ama çıkmaz bir yolda ilerlemekte ısrar eden bir adam gibi hissederek ayrılıyorum.

19 Temmuz 2015 Pazar

Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara



Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara (Mathias Enard'dan)

İstanbul'dan ona; hayatın tutmaya izin vermediği ellerin terk edilişi, artık okşanamayacak yüzler, hala kurulamayan köprüler kaldı.

Adriyatik'te bir gemide, Adriyatik'in rüzgarlarına karşı oturan Michelangelo pişman. Midesi bulanıyor, kulakları uğulduyor, korkuyor. Bu fırtına Tanrı'nın bir gazabı. Ragusa açıklarında, sonra Mora önlerinde kafasında Aziz Paulus'un "Dua etmeyi öğrenmek için deniz yolculuğu yapmak gerek" cümlesi var ve bunu anlıyor. Deniz düzlüğünün sonsuzluğu onu dehşete düşürüyor.  

...Hem Osmanlı Padişahı tarafından teklif edilen meblağ muazzamdı. Elli bin dükaya eşit, yani Papa'nın iki yıllık çalışma karşılığında ödediği miktarın beş katı. Bir ay. Bayezid'in bütün istediği bu kadardı. İstanbul ile kuzeydeki Pera semti arasında bir köprü inşaatı projesi hazırlamak, çizmek ve başlatmak için bir ay. Altın Boynuz denilen yerin, Bizanslıların Hriso Keras'ının iki yakasını birbirine bağlayacak bir köprü.

..."Her şeyden önce, çalışmak bu. Çalışma olmadan yetenek bir hiçtir. İstersen sen de dene."

Paniğe kapılan Manuel başını sallıyor.
"Ama ben bilemem ki, Maestro, çizim konusunda hiçbir bilgim yok."
"Sana nasıl öğrenileceğini söyleyeceğim. Başka yolu yok bunun. Sol kolunu elin yarı açık olarak önündeki masanın üstüne daya, başparmağın gergin olsun, sağ elinle de gördüğünü bir defa, üç defa, bin defa çiz. Modele ya da öğretmene ihtiyacın yok. Her şey bir elin içinde. Kemikler, hareketler, maddeler, oranlar ve hatta kıvrımlar. Gözüne güven. Öğrenene kadar baştan başla. Sonra bir tabureye dayayıp ayağınla da aynı şeyi yapacaksın; sonra bir aynanın yardımıyla yüzünle. Ancak bunlardan sonra modele geçip duruşları çalışabilirsin."

...Hıristiyanlığa karşı böylesine hoşgörülü olan bu Müslümanlar tuhaf insanlar. Pera'da daha çok Latinler ve Rumlar yaşıyor, pek çok kilise var. Uzak Endülüs'ten gelmiş birkaç Yahudi ile Mağribi de giyimlerinden belli oluyor. Yakın bir tarihte Hıristiyan olmayı reddeden herkes İspanya'dan kovulmuş.

...Bu Osmanlılar kesinlikle ışık ustası. Tıpkı Bayezid Camii gibi bir tepede yer alan Bayezid Kütüphanesi her yerde var olan ama rahatsız etmeyen, ışıkları okuyanlar üzerine asla doğrudan vurmayan bir güneşle dolu. İhtişamıyla ziyaretçiyi ezmek yerine onu bütünün merkezine yerleştiren, onu okşayan, coşturan, sakinleştiren bu sade mekandaki mucizevi ahengin sırrının pencerelerin konumunun ve bakış yönlerinin yerleştirilmesindeki ustalıkta yattığını keşfetmek için insanın Michelangelo'nun dikkatine sahip olması gerekir. Michelangelo'nun merakı sınırsız. Onu her şey ilgilendiriyor.

...Michelangelo Boğaz'ın sakin sularında yol alırken, gençliğinde gittiği Venedik'i Mestre'den ayıran deniz yolunu hatırlıyor; burada bu kadar Venediklinin olmasına şaşmamak lazım, diye düşünüyor. Bu şehir Serenissima'ya (Huzur ülkesi - 1657-1757 arasında Venedik Cumhuriyeti'ne verilen ad) benziyor ama her şeyin yüzle çarpıldığı olağanüstü boyutlarda.

...Bayezid resmi bir tonla mühendisbaşına çalışmalara bir an önce başlanmasını emrediyor.
Sonra Allah'ın yeryüzündeki gölgesi, Floransalıyı yanına yaklaştırmalarını istiyor ve ona üzerinde, hatla yazılmış tuğrasının bulunduğu kıvrılmış bir parşömen kağıdı takdim ediyor; Michelangelo saygıyla eğiliyor.
Görüşme birkaç dakika ancak sürdü ama sanatçı Sultan'ın yüzüne bakacak, güçlü kuvvetli yapısını, kartal burnunu, koyu renk iri gözlerini, kara kaşlarını, şakaklarındaki yaşlılık izlerini görecek zamanı bulabildi.

Haliç üzerindeki yeni köprünün inşaatı resmi olarak 20 Haziran 1506 günü, limanın bir kısmının kapatılması ve yapı için gerekli binlerce taşın nakliyesi için bir platformun inşaatı ile başladı.
...İstanbul çok tatlı bir hapishane. O nasıl Bayezid'le Papa arasında, Mesihi'nin sevgisiyle bir içim su şarkıcının yakıcı hatırası arasında kalıyorsa, şehir de Doğu'yla Batı arasında gidip geliyor.

Biri yırtık ve kan lekeli dört yün gömlek, iki flanel cepken, aynı kumaştan bir üstlük, üç tüy kalem ve üç şişe mürekkep, kırık bir ayna, üstleri çizimlerle karalanmış dört sayfa, yazılarla doldurulmuş iki sayfa, bir pergel, kurşun bir kutuda sanginle çizilmiş resimler, içinde çeşitli tuzlar bulunan gümüş bir tabaka, aynı madenden bir çanak; işte Michelangelo'nun ayrılmasından sonra odasında bulunan ve Osmanlı katiplerinin sistemli bir şekilde kayda geçirdiklerinin tam listesi.
Michelangelo İstanbul'u gizlice terk ediyor. Üç ay önce yaralı, kalbi kırık, incinmiş olarak Roma'dan nasıl kaçtıysa, şimdi de peşinde ölüm tehlikesi, iş işten geçmeden, zamanında karşılık vermesini bilmediği bir aşkın hatırasıyla yıkılmış, Mesihi'nin kıskançlığı yüzünden ihanete uğradığına inanarak, iktidar sahipleri tarafından kandırılmış, kardeşlerinin ısrarının, yeniden Papa'nın hizmetine girecek olma düşüncesinin baskısı altında ezilmiş durumda.
İstanbul'dan meteliksiz ayrılıyor.

14 Eylül 1509 günü, Michelangelo, Sistina Şipali'nin projesine başladığı sırada İstanbul korkunç bir depremle yıkılır. Vakanüvisler korkunç kayıpları tek tek kayda geçirirler; yüz dokuz cami ve bin yetmiş ev tamamen yıkılır; kadın erkek, çoluk çocuk binlerce insan enkaz altında kalarak can verir. Deniz tarafındaki surlar kısmen, kara tarafındakiler tamamen çöker. Ayasofya Bazilikası'ndaki Bizans mozaiklerini kapatan sıvalar dökülünce, İncil yazarlarının portreleri ortaya çıkar; tek bir kilise yıkılmadığı için, Hıristiyan halk, azizlerin kiliseleri koruduğunu söyler.
Ne var ki bu azizler, ayakları, dayanma direkleri ve ilk kemerleri çoktan çıkılmış bulunan Michelangelo'nun köprüsüyle hiç ilgilenmemişler: Yapı sarsıntıyla çökmüş; molozları, deprem yüzünden azgınlaşan sularla Boğaz'a sürüklenmiş ve bir daha adını anan olmamış.

Uzun yıllar sonra, Şubat 1564'te sıra Michelangelo'dadır, ölmeye hazırlanmaktadır.
On yedi büyük mermer sütun, yüzlerce metrekarelik freskler, bir şapel, bir kilise, bir kütüphane, Katolik dünyasının en ünlü kubbesi, pek çok saray, Roma'da bir meydan, üç yüz şiir, sone ve madrigal, bir o kadar desen ve etüt, sonsuza kadar sanatla, güzellikle, dehayla birlikte anılacak bir isim: İşte, İstanbul'a yaptığı yolculuktan altmış yıl sonra, seksen dokuzuncu doğum gününden birkaç gün önce, Michelangelo'nun daha pek çok şeyle birlikte arkasında bırakmaya hazırlandığı şeyler. Zengin olmuş, hayalleri gerçekleşmiştir.
Bu arada aşkı tanımadığı için, sadece siyah bir perçemin hatırasına tutunarak aşk soneleri de yazdı. Kolundaki beyazlaşmış yara izini sık sık okşuyor ve kaybolan dostunu düşünüyor.
İstanbul'dan ona buğulu bir ışık, buruklukla karışık ince bir sızı, uzak bir müzik, yumuşak şekiller, zamanla paslanan hazlar, şiddetin, kaybetmenin acısı: Hayatın tutmaya izin vermediği ellerin terk edilişi, artık okşanamayacak yüzler, hala kurulamayan köprüler kaldı.

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Sineklerin Tanrısı



Sineklerin Tanrısı (William Golding'den)

"Sineklerin Tanrısı'nda gördüğümüz ıssız ada da yeryüzünün cennetlerinden biridir. Çocuklar da bu adanın, okudukları Mercan Adası'na çok benzediğini söylerler. Ne var ki, başlangıçta bunu hiç sezinlemediğimiz halde, atom çağının çocukları, bu güzelim adayı her açıdan bir cehenneme çevireceklerdir" Mina Urgan

..."Aptal bir küçük oğlansın sen." dedi Sineklerin Tanrısı. "Cahil ve aptal bir küçük oğlandan başka bir şey değilsin."
Simon, ağzında şişen dilini oynattı; ama bir şey söyleyemedi.
"Öyle değil mi?" diye sordu Sineklerin Tanrısı. "Aptal bir küçük oğlandan başka bir şey değilsin."
Simon, aynı sessizlikle karşıladı bu soruyu.
"Peki öyleyse" dedi Sineklerin Tanrısı. "Koşup ötekilerle oynasan daha iyi olur. Onlar, kafadan çatlak sanıyorlar seni. Ralph'ın seni kafadan çatlak sanmasını istemezsin, değil mi? Sen Ralph'ı çok seversin, değil mi? Domuzcuğu da, Jack'i de?"
Simon başını hafif kaldırmıştı. Gözlerini ayıramıyordu Sineklerin Tanrısı'ndan ve Sineklerin Tanrısı gözlerinin önünde boşlukta asılıydı.
"Ne yapıyorsun burada, tek başına? Korkmuyor musun benden?"
Simon titredi.
"Sana yardım edecek kimse yok. Ben varım ancak. Bense, canavarım."
Simon, ağzını zorla kımıldattı; ancak duyulabilecek bir söz söyledi:
"Bir değneğe takılmış domuz başı."
Baş, "Canavarın avlanıp öldürülebilecek bir şey olduğunu sanmak da nereden aklınıza geldi!" dedi.
Ormanda ve Simon'un belli belirsiz görebildiği başka yerlerde, bir kahkahanın gülünç taklidi çınladı bir iki saniye.
"Sen biliyordun, değil mi? Sizlerin bir parçası olduğumu biliyordun? Sizlere öyle yakın, öyle yakın, öyle yakınım ki! Her şeyin bozuk gitmesinin nedeniyim ben. Bunu biliyorsun, değil mi?"
Kahkaha yeniden ürperircesine çınladı.
"haydi" dedi Sineklerin Tanrısı; "Ötekilerin yanına git de unutalım bu olup bitenleri."
Simon'un başı boşlukta sallanmaktaydı. Değneğe takılı rezil şeye özenircesine gözleri yarı kapalıydı. Bir nöbet geçireceğini biliyordu. Sineklerin Tanrısı bir balon gibi şişiyordu.
"Gülünç bir şey bu. Oraya gitsen de gene ancak benimle karşılaşacağını pekala biliyorsun. Onun için kaçmaya kalkma!"
Simon'un bedeni bir yay gibi gerilmiş, kaskatı kesilmişti. Sineklerin Tanrısı, bir öğretmen sesiyle konuştu:
"Yeterince ileri gitti bu iş. Benim zavallı yolunu şaşırmış çocuğum, benden daha mı iyi bileceksin yoksa?"
Bir duraklama oldu.
"Haberin olsun öfkeleneceğim. Anladın mı? Seni istemiyorlar. Anladın mı? Biz eğleneceğiz bu adada. anladın mı? Biz eğleneceğiz bu adada! Onun için, bir haltlar çevirmeye kalkma, benim zavallı yolunu şaşırmış çocuğum, yoksa..."
Simon, koskocaman bir ağzın içine bakar buldu kendini. Bu ağzın içinde bir karanlık vardı, yayılan bir karanlık.
"...Yoksa" dedi Sineklerin Tanrısı, "Seni yok ederiz. anladın mı? Jack, Roger, Maurice, Robert, Bill, Domuzcuk ve Ralph. Yok ederiz. Anladın mı?"
Simon ağzın içindeydi. Düştü, bayıldı.

...Ralph sessizce subaya baktı. Eskiden bu kumsalları saran o garip güzellik, hayalinde canlanıveriyor gibi oldu bir an. Ama şimdi kuru bir odun parçası gibi kavrulmuştu bu ada. Simon ölmüştü... Jack ise... Ralph'in gözlerinden yaşlar boşandı; hıçkıra hıçkıra, titreye titreye ağladı. Buraya geleli ilk kez kendini koyuveriyor, ağlıyordu. Duyduğu keder, tüm gövdesini ürpertti, sarstı, parçaladı sanki. Ralph'in sesi, adanın tutuşmuş yıkıntısı karşısında, kara dumanın altında yükseldi. Ralph'ın acısı, öteki çocuklara da geçti; onlar da titremeye, ağlamaya başladılar. Ve çocukların arasında Ralph, kirli bedeni, karmakarışık saçları, silinmemiş burnuyla, çocukluk döneminin bitmesine, insan yüreğinin karanlığına ve Domuzcuk denilen o gerçek, o akıllı arkadaşın havalarda uçup ölmesine ağladı.
Bu gürültünün arasında kalan subay duygulanmış, ne yapacağını da biraz şaşırmıştı. Çocuklar, toparlanmaya vakit bulsun diye, sırtını çevirdi, uzaktaki biçimli kruvazöre bakarak bekledi.

...Ralph'ın günün birinde bu adadan kurtulacağı, evine geri döneceği içine doğduğu gibi, canavarın da dış dünyada değil, çocukların kendi içlerinde olabileceğini anlar. Simon, "Bizden başka canavar yok belki" derken, Golding'in de belirttiği gibi, "insanlığın başlıca hastalığını" dile getirmek ister.

Belirli koşullar altında yetişkinler böyle davranabilir, ama altı ile on iki yaş arasında küçük çocuklar, uygar dünyanın baskısından uzaklaşınca, nasıl böyle vahşileşebilir, kan dökecek kadar acımasız olabilir diye düşünen birçok kişi, küçüklerde bile bu kadar korkunç bir şekilde belirdiğine göre, Sineklerin Tanrısı'nda kötülüğün insan yaratılışında doğuştan var olduğu görüşünün savunulduğu kanısına varıp dehşete kapılmıştır. Çünkü çocukların tertemiz birer melek oldukları konusunda, yanlış olduğu kadar da yaygın bir inanç vardır.

Oysa Sineklerin Tanrısı'nda çocuklarda, kötülüğe yönelik duygular kökünden kazılmamış, bazı yasaklarla sınırlandırılmıştır ancak. Örneğin çocukların en acımasızı Roger, deniz kıyısında tek başına oynayan bir küçüğü taşlamak istediği halde, adaya gelmeden önce bellediği bazı yasaklardan ötürü, bunu yapamaz ilkin. Çocuğun çevresine taşlar atmakla yetinir. Ama daha sonraları, yazarın deyimiyle "yıkılıp giden" bir uygarlığın koyduğu yasaklara aldırmadan, koskocaman bir kayayı Domuzcuk'un üstüne devirir. Roger ve öteki çocuklar yıkılıp giden bir uygarlıkta değil de, barış ve sevgiye dayanan gerçekten uygar bir ortamda yetişselerdi, başka türlü davranırlardı elbette. Ne çare ki, atom ve nötron bombası çocuklarıdır bunlar.

Sineklerin Tanrısı, İkinci Dünya Savaşı'ndan kısa bir süre sonra, bu savaşta yıllarca çarpışan insanların birbirlerine nasıl kıydıklarını kendi gözleriyle görüp, birçok umutlarını yitiren biri tarafından yazılmıştır. Golding, insanların tümüyle kötü olduklarına değil, dış dünyada da, insanların iç dünyasında da iyilikle kötülüğün, aydınlık güçlerle karanlık güçlerin çarpıştığına inanır aslında.


7 Mayıs 2015 Perşembe

Çerkes Aşkı "Adıge Şuleğu"


Çerkes Aşkı "Adıge Şuleğu" (Halit Kakınç'tan)  


Nasıpır sşuzım qıdak'o (Mutluluk kadınla birlikte gelir)

Özgür yaşama dileği dışında bir suçları yoktu.


Elbruz, boğazlarına kadar gelen suyun üstünde kalmaya çalışarak karısına ulaştı. Kucakladı. Nefes alabilmesi için yukarıya kaldırdı.
"Uğraşma sevgilim.." diye fısıldadı Blena kulağına... "Ne yapalım, buraya kadarmış. Savserıko'yu görmemiz de kısmet değilmiş. İlk karşılaştığımız anda gönlüme düştün, bunu bilesin. Birbirimize doyamadık. Ama inan bir gün yine buluşacağız. Seni seviyorum Elbruz.."
Cennet ül-Harib sulara gömülürken, bir erkek sesi karıştı Karadeniz'in azgın dalgalarının arasına:"Ben de seni seviyorum Blena.."

_______

...Ama işin özeti şu: Çerkes sürgünü, 19. yüzyılın Kızılderelilerden sonra en büyük ikinci soykırımıdır! Olay, seçme hakkı fiilen ortadan kaldırılmış bir halkın zorla sürgün edilmesi, bu sürgünün soykırıma dönüşmesi olayıdır.

...Bu  çerçevede İngiltere, 'evrensel bir Rus krallığı' kurma motivasyonuyla hareket ettiğine ve Ortadoğu'daki İngiliz çıkarlarına açık bir tehdit oluşturduğuna inandığı Rusya'nın Osmanlı egemenlik alanına yönelik saldırılarına karşı Osmanlı İmparatorluğu'nu tahkim etme stratejisini bir devlet politikası olarak benimsedi. Böylece Osmanlı'nın siyasi bağımsızlığının ve toprak bütünlüğünün korunması biçiminde ifadesini bulan ve daha sonraları İngiltere'nin Şark Meselesi'ne dair geleneksel politikası olarak adlandırılacak olan Palmerstonizm, İngiliz dış politikasının kırmızı çizgilerinden biri olarak hem Tory'ler hem de Whig'ler (Muhafazakarlar ve liberaller) tarafından bir yüzyıla yakın uygulandı.

...Rusya, 80 yılı aşkın bir süredir dünya yaratıldığından beri bizim evimiz ve yurdumuz olan Çerkesya'yı işgal etmek ve bizleri kendisine tabi kılmak için her türlü gayrimeşru yola başvurmaktadır. O Rusya'dır ki, çocuklarımızı, çaresiz kadınlarımızı ve yaşlılarımızı mezbahalık koyunlar gibi kesmekte, kafalarını süngülerle kavun doğrar gibi doğramaktadır.

...Babıali ancak 1864 yılının yaz ve sonbahar aylarında yani kitlesel Çerkes göçünün başlamasından uzunca bir süre sonra göçmenleri Trabzon ve Samsun'dan alıp imparatorluğun çeşitli bölgelerine yerleştirmeyi başardı..

...İşte olay bu kadar basit, evlat. İsmet Paşa, Ethem bey'i (Çerkes Ethem) ikinci adamlık konusunda kendisine rakip gördü ve usta bir politikayla defterden sildirdi...

...İkinci adamlığı elinden kaçırmamak  ve pozisyonunu kaybetmek istemeyen İnönü'nün ayak oyunlarına yenik düşen bu talihsiz kahraman, Cumhuriyet Türkiye'sinde etkinliğini koruyup da görev alabilseydi, 'İnönü dönemi' 'Ethem dönemi' olarak geçerdi tarihe.. İsmet İnönü'nün korkak politikalarının yerine cesur politikalarla Misak-ı Milli bile gerçekleşmiş olabilir, İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminde Oniki Ada teslim alınabilir, yaşanan kişiliksiz politikalar hiç yaşanmayabilirdi.

_______

...'Ne ekersen onu biçersin' sözü bunun ifadesidir. İyi, yani pozitif yüklü titreşimler taşıyan bir düşünce yayını geri dönüş şoku olarak beklenmedik mutluluk, iç huzuru, kısa da olsa bir bilinç aydınlığına neden olur. 
Olumsuz yüklü titreşimler taşıyan bir düşünce yayını ise geri dönüş şoku olarak derin sıkıntılar, kaygılar, bedensel rahatsızlıklar meydana getirir. Evrende hiçbir etki yok olmaz.

...Sadece bizim Samanyolu'nda bile milyarlarca yıldız sistemi olduğunu biliyoruz. Evrenin sonsuzluğunu düşünürsek, Samanyolu'nu benzetsek benzetsek bir kibrit çöpüne benzetebiliriz.

...Çıkan sonuç şu: Olasılık hesaplarına göre şu anda bilinebilir evrende içinde canlı yaşam barındıran 100 milyon kadar gezegen mevcut.
_______

..."Bu beş dakikanın dördünü seninle geçirirdim Blena'm... Her ne kadar Çerkes erkeklerine ağlamak yakışmasa da, son bir dakikasında hüngür hüngür ağlardım.. Yanlış anlama sevdiğim, öleceğim için değil, bir daha seni hiç göremeyeceğim için ağlardım.."

______

...Osmanlı'ya ve Avrupalı devletlere iletilecek mesaj belliydi: "Dağlılar, korkunç Rus saldırılarını bir başlarına karşılamak zorunda kalıyorlardı... Avrupa'nın en büyük ve en vahşi ordusuyla boğuşmak durumundaydılar. Daha da kötüsü, bu gemi azıya almış olan Rus ordusunun yakıp yıktığı yerler, bu orduyu izleyen çapulcu Rus Kazaklarından meydana gelen birliklerin talanına bırakılıyordu. Ruslara karşı direnen ve kimi zaman dağlara sığınmak zorunda kalan Adıgelerin verimli arazileri ve köyleri, savaş artıkları, değerli atları; Rus kaynaklarında bile leş yiyen hayvanlara benzetilen Rus Kazakları tarafından yok ediliyor, çalınıyor ve satılıyordu.

...Taraflar anlaşamadılar. Çar II. Aleksandr, talepler üzerinde konuşmadı bile. Elbruz'un tahmini doğru çıkmış, niyeti belli olmuştu. Niyetini saklamaya da hiç gerek görmedi:
"Buyruğum nettir, kesindir. Bütün nüfusunuzla birlikte, dağları terk edeceksiniz. Ya Kuban Irmağı boyundaki bataklıklı ovalara yerleşmeyi kabul edeceksiniz ya da hep birlikte Osmanlı diyarına göç edeceksiniz! Seçiminizi yapınız!"

...Kendisiyle ilgili olarak alınan bilgilere göre donanmayı güçlendirmeye çalışıyor, Batı'yla ilişkilere son derece önem veriyordu. Ekibin ümitvar oldukları şey, Sultan Abdülaziz'in altı eşinin istisnasız altısının da Çerkes oluşlarıydı.

...Yaşlılar, Avrupa'yı tartışırlarken epey kulak misafiri olmuştu Elbruz. Polonyalı milliyetçilerin dinsel ve mezhepsel faktörler önemli ölçüde kafalarını karıştırıyordu. Çerkeslere bu kadar yakın ilgi göstermelerinin de ek bir nedeni olmalıydı: Düşmanımın düşmanı, dostumdu. Ve düşman ortaktı: Emperyalist Çarlık Rusyası.

...Öyle ya aynı soydan gelmiyor, aynı dili konuşmuyorlardı. Kökenleri de kültürleri de tamamen farklıydı. Üstelik Hırıstiyan'dılar. Hem de dinlerine çok önem verdikleri söyleniyordu. Polonya, komşuları Almanya ve Rusya arasında sıkışmış kalmış, tarihi boyunca bir o tarafın bir bu tarafın işgaline uğramıştı. 200 yıldan bu yana da Çerkesler gibi, yabancı ülkelere göç veriyordu. Ve göçmenlerin büyük bir kısmı, Paris'e yerleşmişlerdi. 1830-1832 Kasım Ayaklanması'ndan sonra, Paris'e ilticalar zorunlu olarak daha da hızlanmıştı.

...İstanbul'da 1830 Polonya Ayaklanması sırasında hükümet başkanı, daha sonra da Polonyalı sürgünlerin siyasi lideri olan Prens Adam Czartoryski tarafından 1842 yılında kurulmuş bir köy var. Köyün adı kurucusunun adı olan Adam'dan dolayı Adampol (Polonezköy).

...1864 Mart ayında Tuapse Irmağı üzerinden 30 bin kişi, Anapa, Novorosisk ve Cuba gibi yerlerden de 50 bin kadar kişi gemilerle Türkiye'ye göç etti. Bir o kadarı da Türkiye'ye gitmek üzere Vıbıh ve Ciget topraklarında bekliyordu.

...Gemide hastalanan olursa, hemen denize atıldıkları rivayet ediliyordu. Denize atılan ve daha sonra suyun üzerine vurmuş olan cesetleri takip ederek geminin izlediği rotanın rahatlıkla görülebildiğine ilişkin hikayeler anlatılıyordu.

...Tekneye Tuapse'den bineceklerdi. Yollar ah o yollar... Neler yaşamadılar, nelere şahit olmadılar ki o yollarda. Ölmüş bebeklerini elbiselerinden kopardıkları parçalara saran anneler gördüler yol kenarlarında... Cesetler ve can çekişenler.. Hayvanlara bile reva görülemeyecek muamelelere maruz kalmış insan yığınları.. Son bir umuda doğru sürüklenen canlı ölüler.