7 Mart 2015 Cumartesi

Uçurtma Avcısı

Uçurtma Avcısı (Khaled Hosseini'den)

Okyanus yeşili gözlü, beyaz eşarplı genç bir kadının yüzü göründü...

Uzaklaşırken, yandaki dikiz aynasından geriye baktım. Vahit üç oğluyla birlikte, kamyonun kaldırdığı toz bulutunun içinde duruyordu. Birden aklıma bir şey geldi: Bir başka dünya olsaydı, bu çocuklar kamyonun arkasından koşamayacak kadar aç olmazlardı.

"Ben de seni seviyorum," dedi. Sözcüklerindeki tebessümü görebiliyordum.


... Sabahın ilk saatlerine kadar öyle, sarmaş dolaş kaldık. Silah sesleri, patlamalar bir saatten de az sürdü, ama ödümüzü koparmıştı, çünkü o güne kadar hiç silah sesi duymamıştık. O sıralarda bu tür sesler bize yabancıydı. Bombaların, makineli tüfeklerin sesiyle büyüyen Afgan çocukların kuşağı henüz doğmamıştı. Yemek salonunda birbirimize sokulduk, güneşin doğmasını bekledik; hiçbirimiz, bir yaşam tarzının sona erdiğinin farkında değildik. Bizim yaşam tarzımızın. Henüz sona ermemişti belki, ama sonun başlangıcıydı. Sonu, yani resmi sonu, önce Nisan 1978'de komünistlerin darbesiyle, sonra da Aralık 1979'da, Rus tankları Hasan'la oynadığımız sokaklara girdiği, tanıdığım Afganistan'ı öldürdüğü ve hala sürüp giden kanlı dönemi başlattığı gün geldi.

... Ördek filan avlamıyorlardı, elbette. Aslında o gece, 17 Temmuz 1973 gecesi, pek bir şey vurulmamıştı. Kabil ertesi sabah uyandığında, monarşinin tarih olduğunu gördü.

... "İsteseydin, yerdim," dedi sonunda, doğruca gözlerimin içine bakarak. Gözlerimi kaçırdım. Bugün bile, Hasan gibi söylediği her sözü inanarak, içtenlikle söyleyen insanların gözlerinin içine bakmakta zorlanırım.
... Hasan da gülümsedi. Ama onunki zoraki değildi. "Bilirim" dedi. Özü sözü doğru olanların ortak yönü de budur: Karşısındaki kişinin de içten konuştuğunu sanırlar.

... "Bir gün sana bir tane alırım" dedim. Hasan'ın yüzü aydınlanıverdi. "Televizyon mu? Gerçekten mi?"
"Elbette. Üstelik şu siyah beyaz olanlardan değil. O zamana kadar büyümüş oluruz, ben de iki tane alırım. Biri sana, biri bana."
"Onu masamın üzerine, resimlerimin yanına koyarım," dedi Hasan. Söyleyiş biçimi içime dokunmuş, Hasan'ın kim olduğunu, nerede yaşadığını anımsamak beni hüzünlendirmişti. Tıpkı babası gibi, bahçedeki o döküntü, toprak kulübede büyüyüp yaşlanacağını şaşmaz bir olgu gibi kabulleniyordu.

... Geçit bir sürü çer çöple, moloz yığınlarıyla doluydu. Patlak bisiklet lastikleri, etiketi soyulmuş şişeler, yırtık dergiler, sararmış gazeteler, kırık tuğla parçaları, devrilmiş beton direkler. Bir duvarın dibine yan tarafı delik, paslanmış bir demir fırın atılmıştı. Ama bütün bu döküntünün içinde, gözlerimi ayıramadığım iki şey vardı: Biri, demir fırının az ilerisine, duvara yaslanmış olan mavi uçurtma, biri de Hasan'ın kırık kiremitlerden oluşan bir öbeğin üzerine fırlatılmış kahverengi, kadife pantolonu.
"Bilemiyorum" dedi Veli. "Babam günah olduğunu söylüyor." Sesi güvensiz, heyecanlı, korkuluydu. Hasan yerde yüzü koyun yatıyordu; göğsü toprağa yapışmıştı. Kemal bir kolunu, Veli öteki kolunu yakalamış, dirsekten büküp geriye doğru kıvırmış, Hasan'ın ellerini sırtına yapıştırmışlardı. Assef onların tepesinde dikiliyor, kar botlarından birini Hasan'ın ensesine bastırıyordu.
"Babanın haberi bile olmayacak" dedi Assef. "Ayrıca saygısız bir eşeğe haddini bildirmenin neresi günahmış?"
"Bilemiyorum," diye kekeledi Veli.
"Sen bilirsin," dedi Assef. Kemal'e döndü: "Senden ne haber?"
"Ben... yani..."
"Yalnızca bir Hazara,"dedi Assef. Ama Kemal gözlerini kaçırmayı sürdürdü.
Assef kestirip attı: "Pekala. Siz korkaklar onu tutun, yeter. Bu kadarını becerebilirsiniz herhalde?"
Veli'yle Kemal başlarını salladılar.
Assef, Hasan'ın yanına diz çöktü, Hasan'ın çıplak kalçalarını tuttu, kaldırdı.  .... Hasan mücadele etmedi. Bağırmadı bile. Başını hafifçe çevirdi; yüzünü gördüm. Bu yüzdeki teslimiyeti gördüm. Bu ifadeyi daha önce görmüştüm. Kurbanlık bir koyunun yüzünde.

... Ve sonuçta şu soruya varmıştım: Bir insanı geçmişinden dolayı eleştirmek bana mı düşmüştü?
"Fikrini değiştirecek kadar mı?"
"Hayır, Süreyya. Kesinlikle değil. Söylediklerin hiçbir şeyi değiştirmez. Evlenmemizi istiyorum."
Yeniden ağlamaya başladı.
Ona imreniyordum. Onun sırrı açığa çıkmıştı. Dile dökülmüştü. Üstesinden gelinmiş, icabına bakılmıştı. Ağzımı açtım, az kaldı ona her şeyi anlatıyordum: Hasan'a nasıl ihanet ettiğimi, yalan söylediğimi, onu evden kovdurduğumu, Baba'yla Ali'nin kırk yıllık ilişkisini tuz buz ettiğimi. Ama anlatamadım. Süreyya'nın yüzlerce bakımdan, benden kat kat üstün biri olduğunun farkındaydım. Cesaret, bunlardan yalnızca biriydi.

... 1996'da Taliban yönetime el koyup çatışmalara son verdiği zaman, nasıl kutladığımızı anlatmıştım. O gece eve gelince Hasan'ı mutfakta radyo dinlerken buldum. Gözleri ciddi, yüzü asıktı. Neyin var dedim, başını salladı."Allah şimdi Hazaraların yardımcısı olsun, Rahim Han Efendi" dedi.
"Savaş bitti, Hasan" dedim. "Artık yeniden barış olacak, inşallah, huzura, mutluluğa kavuşacağız. Roket yok, ölüm yok, cenaze yok artık!" Ama o radyoyu kapadı, yatmadan önce bir şey isteyip istemediğimi sordu.
Birkaç hafta sonra, Taliban uçurtma yarışlarını yasakladı. İki yıl sonra, 1998'de Mezar-ı Şerif'teki Hazaraları katletti.

... "O mektup altı ay önce yazılmıştı; benim Peşaver'e gelmemden bir iki gün önce" dedi Rahim Han. "Fotoğrafı da son gün çektim. Peşaver'e varışımdan bir ay sonra, Kabil'deki komşularımdan biri beni aradı. Ve olup biteni anlattı: Ben ayrıldıktan hemen sonra, bir Hazara ailenin Vezir Ekber Han mahallesindeki büyük bir evde, tek başına yaşadığı duyulmuş, daha doğrusu Taliban'ın iddiası buymuş, Hasan'ı sorguya çekmişler. Hasan benimle birlikte oturduğunu söylemiş, beni arayan komşu dahil, bütün komşular da onu doğrulamış, ama yetkililer ona inanmamış. Ona bütün Hazaralar gibi yalancı ve hırsız olduğunu söylemişler; ailesiyle birlikte günbatımına kadar defolup gitmesini emretmişler. Hasan karşı çıkmış. Hasan'a eve kendilerinin yerleşeceğini ve güya ben dönünceye kadar da göz-kulak olacaklarını söylemişler. Hasan direnmiş, Onlar da onu alıp sokağa çıkarmışlar..."
Soluğumu tuttum."Hayır"
"... diz çökmesini emretmişler... ve ensesinden kurşunlamışlar"
"Hayır"
"Ferzane çığlıklar atarak üzerlerine saldırmış..."
"Hayır"
"Onu da vurmuşlar. Daha sonra da kendilerini, nefsi müdafaa diye savunmuşlar."

... "Kendimi, kendi ülkemde bir turist gibi hissediyorum" diye açıkladım; yolun kenarında, yarım düzine kadar keçiyi güden çobana bakarak. Ferit alayla güldü. Sigarasını fırlattı, "Burayı hala ülken olarak mı görüyorsun?"
... Dikiz aynasındaki gözlerinde kısacık bir ışık çakıp söndü. "Bilmek istiyorsun, demek?" diye çemkirdi. "Dur da bir tahmin edeyim, Ağa efendi. Büyük bir olasıklıkla, iki yada üç katlı, kocaman bir evde yaşıyordun; bahçıvanınız güzel bahçenizi çiçeklerle, meyve ağaçlarıyla donatmıştı. Baban amerikan malı bir araba kullanıyordu. Hizmetkarlarınız vardı. .... Ailen Avrupa'ya, Amerika'ya yaptıkları seyahatleri anlatıyordu..." Bana bakıp sırıttı; vaktinden önce çürümüş dişleri göründü. "Evet, iyi tahmin yürütebildim mi?"
"Neden böyle şeyler söylüyorsun" diye sordum.
"Çünkü sen sordun, öğrenmek istedin" diye yapıştırdı.
Toprak yolda güçlükle ilerleyen, üstü başı perişan, yaşlı bir adamı gösterdi; omzuna çalı çırpıyla dolu, kocaman bir çuval vurmuştu. "işte gerçek Afganistan bu, Ağa efendi. Benim bildiğim Afganistan. Sen mi? Sen burada her zaman bir turisttin, yalnızca haberin yoktu."

... Tam içeriye girmeye hazırlanırken, evden gelen bazı sesler duydum. Bir tanesi, Vahit'in sesiydi.
"... çocuklara bir şey kalmadı" diye fısıldadı karısı.
"Aç olabiliriz ama yabani değiliz! O bir konuk! Ne yapmalıydım, yani?" dedi Vahit, gergin bir sesle.
"Yarına bir şeyler bulmalı" dedi karısı; sesi ağlamaklıydı. "Ne yedireceğim..."
Parmak uçlarıma basarak sessizce uzaklaştım. Çocukların saatle neden fazlaca ilgilenmediklerini şimdi anlıyordum. Onlar saate bakmıyordu ki, yemeğime bakıyorlardı.
Ertesi sabah erkenden vedalaştık. Vahit'e konukseverliği için teşekkür ettim. Arkasındaki küçük evi gösterdi. "Burası artık senin de evin" dedi. Kapının eşiğine dizilmiş üç oğlu bizi seyrediyordu. Küçük olan saati takmıştı, kayış zayıf bileğinden sarkıyordu.
Uzaklaşırken, yandaki dikiz aynasından geriye baktım. Vahit üç oğluyla birlikte, kamyonun kaldırdığı toz bulutunun içinde duruyordu. Birden aklıma bir şey geldi: Bir başka dünya olsaydı, bu çocuklar kamyonun arkasından koşamayacak kadar aç olmazlardı.
O sabah, gündoğumuna yakın, sağı solu kolaçan edip kimsenin bakmadığına emin olunca, yirmi altı yıl önce yaptığım bir şeyi yinelemiştim: Bir şiltenin altına, bir deste buruşuk banknot sokmuştum.

Yıkıntılar ve dilenciler. Nereye baksam, bunları görüyordum. .... Bir fark daha: Şimdi dilencilerin çoğunluğu çocuktu; zayıf, asık yüzlü, kimisi taş çatlasın dört beş yaşında. İşlek yolların kaldırımlarında, burkalı annelerin kollarında inliyorlardı. Bir şey daha vardı; ilk anda fark edemediğim bir şey: Yanlarında yetişkin bir erkek görmek, neredeyse olanaksızdı. Savaşlar Afganistan'da babaları, çok az bulunan bir mala, değerli bir ayrıcalığa dönüştürmüştü.

... Öğle yemeğine hiç değinmediğini fark ettim. Durdu, bana döndü. "Burası hiç de korunaklı değil. Yiyecek yok, giysi yok, içecek su yok. Buradaki en bol şey, çocukluğunu yitirmiş çocuklar. İşin en acıklı yanı da, bunlar şanslı olanlar. Kapasitemizi kat kat aştık; her gün bir sürü anneyi geri çevirmek zorunda kalıyorum." Bana doğru bir adım attı. "Sohrab için bir umut var demiştin, değil mi? Yalan söylemediğinden eminim. Ağa. Ancak... çok geç kalmış olabilirsin."
... Kalemi masaya hafif hafif vurdu. "Belamı bulmuşum zaten. Sohrab'a şu kadarcık faydam dokunsa yeter... Evet, anlatacağım çünkü sana güveniyorum." Uzunca bir süre sustu. "Bir Talib yetkili var" dedi, fısıldar gibi. "Ayda bir iki kez gelir. Yanında para getirir, fazla değil, ama hiç yoktan iyidir" Fıldır fıldır gözleri bir an bana dikildi, sonra kaçtı. "Genellikle kızlardan birini alır. Ama her seferinde değil.!!!"

... Sohrab'ın ağzı açıldı, boğuk bir ses çıktı. Doktor Nevaz bunun olacağını söylemişti. Dudaklarını yaladı, bir kez daha denedi. "Yorgunum."
"Biliyorum. Doktor bunun çok normal olduğunu söyledi..."
Yüzünü buruşturdu, yine o boğuk, fısıltıyı andıran sesle konuştu. "Her şeyden yoruldum."  .... Kolunu gözlerinin üstünden geçirdi. "Eski hayatımı geri istiyorum."

... Hastaneden çıktım, başka bir otel aradım; Sohrab'ın sesini ancak bir yıl sonra yeniden duyabileceğimi bilmiyordum.
Sonuçta, Sohrab önerimi açıkça kabul etmedi. Geri de çevirmedi. Ama sargılar açılıp da hastane önlüğü çıkartılınca, binlerce ana babasız, evsiz Hazara'dan biri olduğunu anladı. Başka seçeneği var mıydı? Nereye gidebilirdi? Dolayısıyla, karar veremeyecek kadar bitkin, güvenemeyecek kadar bezgin bir çocuğun bu sessiz teslimiyetini, soruma verilmiş bir "evet" yanıtı olarak kabul ettim. Onun özlemini çektiği şey eski yaşamıydı. Sahip olduğu şeyse, ben ve Amerika. Koşullar düşünüldüğünde, o kadar da kötü bir yazgı değildi, ama bunu ona söyleyemezdim. Beyninde iblisler at koştururken, algı yeteneğin bir lüks olup çıkar.

... Gece yarısı, bir ara yataktan indim, Sohrab'ın odasına gittim. Eğilip baktım; yastığının altında bir şey vardı, ucu görünüyordu. Aldım. Rahim Han'ın bana, benim de Şah Faysal Cami'ni seyrettiğimiz gece Sohrab'a verdiğim Polaraid'di. Hasan'la Sohrab'ın yan yana, güneşe karşı gözlerini kısıp dünya sanki çok iyi, çok adil bir yermiş gibi gülümsediği fotoğraf. Sohrab'ın yatağında bu fotoğrafa bakarak, onu evirip çevirerek ne kadar yattığını merak ettim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder