6 Eylül 2015 Pazar

Sarıkasnak - Denize Dair Hikâyat



Sarıkasnak (Vecdi Çıracıoğlu'ndan)

İsmi ile müsemma Hoyratdeniz... Kıyısında küçük bir köy, Dünyanıngözü; iki ağızlı, ters dönmüş bir kaşık, belki de denizde yüzen fettan bir kadının omzu gibi... Kıyı köyünde bir dalgıç; dünyaya açılan iki penceresinden birini savaşta kaybeden Camgöz Reis...


...Denizle uğraşan her insanın denizin dibinde bir dostu, bir sevgilisi vardır. Bir oğul, bir kardeş, bir kesik el, alabora batık bir tekne, fırtınanın kopardığı bir yelken direği... Bütün bunlara rağmen deniz insanı suskundur karada. Deniz insanı karada konuşmaz, sadece düşünür, onun herhangi bir lisanı yoktur konuşulacak. O, denizin enginliğine bakarak dantelalar örer, kanaviçeler işler yalnızlığına. O, türü keşfedilmemiş bir ipekböceği gibidir kozasını ören...

...Denize giden insan farklıdır ve aşka çağrılan deli divane bir aşık gibi gözden kaybolana kadar, ellerini sallayarak vedalaşır sevdicekleriyle. Yazgısının arkasından koşan deniz insanı için uzundur bu vedalaşmalar.

...Denizin mavisi, şeytanı örterek karanlığa bürünen hava gibi karardı. Hiç acı duymadı önce. İşte o anda bedeni yana yana zifiri karaya bıraktı kendini. İşte o anlardan birinde, gözlerinden biri, sepetten düşen yumurtanın akı gibi aktı yanağından.
O hain an, gözünü çalmıştı yuvasından.
Cephede, toprağa peş peşe düşen arkadaşları gibi, dünyaya açılan iki penceresinden biri, içinden sular seller akan deli bir nehir gibiydi. Çavlanlar kükredi içindeki nehirde. Zangır zangır titreyerek, sıtma yemiş gibi nöbete geldi bedeni.

...Gözü aktığı o günden sonra ölümü umursamayan, ölüm gibi bir adamdı artık. Nasıl bir çocuk ölümü kendinden çok uzaklarda görürse, o da, işte öylesine uzaklarda, denizle göğün birleştiği yerdeki ince uzun çizginin sonsuzluğunda görür olmuştu Yaşamevi'nin sonunu.

...Denizlere dalmadan önce bal yutardı iki kaşık, suyun altında üşümesin diye. Canı bal çekti. Tam elini cebine sokmak için uzatmıştı ki, o an parası olmadığını hatırlayıp duraksadı. İç geçirdi. Kendini bal küpüne düşmüş çaresiz bir arı gibi hissetti ve adımlarını hızlandırdı.

...Yandan çarklı bir vapura binip Karaköy'e gelmiş ve Tünel'den yukarıya çıktıklarında tam karşılarına gelen çiçeklerle süslü taktan içeri girerek bir dükkanın önünde durmuşlardı. Dükkan, ne kasabasındakilere ne de köyündekilere benziyordu. Vitrini, parçalanmış insan uzuvlarıyla doluydu: kollar, bacaklar, duygusuz suratlı kesik başlar üzerine iğreti tutturulmuş yan yatık saçlar ve bir yığın garip alet edavat...
Gördükleri karşısında nutku tutularak, bir anda kendini yine cephede sanmıştı. Gözleri kararıp kendini, tam siper yapacağı sırada, yanındakinin zorlamasıyla ite kaka dükkandan içeri attı. Adımları geri geri tezgaha vardıklarında, arkadaki perdenin arasından, vitrindeki kesik başlardan biri gibi ölü yüzlü bir adam çıktı. Reis'e baktıktan sonra, hiçbir şey konuşmadan arkasını döndü. Raftaki küçük kutulardan birini aldı, açtı ve bankonun üzerine koydu. Kutunun içinden çıkardığı bordo kadifeye sarılı porselen camgözü, baş ve işaret parmaklarının arasında gözünün hizasına getirdi. Tel gözlüklerinin üzerinden bir gözünü kısıp Reis'in içi boş göz çukurunu kerteriz alarak, tuttuğu bilyenin çapını, çekmecesinden çıkarttığı kararmış, yarı yarıya paslanmış bir kumpasla ölçtükten sonra, 'olur' anlamında başını aşağı yukarı iki kere salladı.
Sessizliği yine o bozdu:
"Sizin gözünüz tam tamına budur monşer!.."

...Eline verilen aynada yeni yüzüne baktığı andan bu yana, sağlam gözü gibi sevdiği camgözünü hep kolladı.

...Yamalı da olsa temiz giyinmeye çalışıyorlardı. Giydikleri her çulda, renkleri birbirine aykırı da olsa, muhakkak küçük yama parçaları vardı. 'Güzel elbise giymekle savaşçı olunmaz ki,' diye düşündü. Sonra, 'Biz gözümüzü kaybettik vatan için. Para vererek harbe gitmeyen, bir çuval zahireyi bir bağa, bir tarlaya satanlar, karaborsacılar, vatan için şimdi yine yoksulları çalıştırıyorlar!' diye, içinden geçirdi.

...Deniz ışığı, gündüz olsun, gece ay ışığı altında olsun insanın gözlerini kemirirdi Dünyanıngözü'nde. Menevişler içindeki iki koy; soldaki küçük liman, sağdaki büyük liman; yarısı kırık, sırt sırta vermiş iki ayna gibiydi. Dünyanıngözü halkı bilirdi; iki limandan biri çalkalanmaya başladığında, öteki ayna gibi dümdüz olurdu. Limanlar, aşkları uzun süredir devam eden karı koca gibiydiler. Biri bağırmaya başlarsa, diğeri, bir köşeye sinerek sesini çıkarmazdı.

...Denizin efendisi rüzgardır. Onun da efendisi Denizler Ecesi... Denize çıkmak ondan izin almaktan geçer. Havanın ne zaman ve nasıl patlayacağı, denizin kaynayacağı, bir tek denizle uğraşan, hayatını denizlerde geçirip kendilerini ona adayanlar, adak olanlar tarafından bilinirdi. Balıkçılar bilirdi, mavi havanın aniden karalara bürünüp, çarşaf gibi denizi bir dakikadan az bir süre içinde kabartıp, dev dalgalar doğurduğunu.

4 Eylül 2015 Cuma

Makedonya Gamzesi



Makedonya Gamzesi (Üstün İnanç'tan)

Zadegan sefahatte, ahali sefalette, siyaset menfaatte, ordu siyasette...

Filistin topraklarına gelince; orası altınla satılamaz. Kanla alındı, verilirse de kanla verilir!..


...İttihat ve Terakki'nin gizlilik günlerinde yakalanma tehlikesi sezip memleket dışına kaçarak çalışmalarına oralarda devam edenlere Avrupalılar Jön Türkler diyorlardı. Ahmed Rıza, Dr. Nazım, Mizancı Murad gibi isimler başta geliyordu. Bunlar oralarda beyler, paşalar gibi yaşıyorlardı. Nasıl? İngiliz altınlarıyla.... Bunu diye İngiltere'nin en zengini Yahudi Rotschild'di. O bile perde arkasında kalıyor, Jön Türklerle Mısırlı Mustafa Fazıl Paşa'yı yüz yüze getirip altınları onun eliyle dağıtıyordu. 
İşte gizlilik zamanında memleket içindeki Selanik locasının mayası o Jön Türkler'in marifetiydi. Bu mayanın içinde zabitler de olmakla birlikte Yahudi ve Masonlar daha ağır basıyordu. Seslenişleri dayanılmayacak kadar çekiciydi:
-Hürriyet, uhuvvet, müsavat, adalet! Türkiye Türklerindir!

...Sirkeci sahilinde faytoncuyu savıp yirmi para ödeyerek bir sandalla Galata rıhtımına geldi. Burada kocaman şileplerden yük boşaltılıyordu. Tahta köprüye doğru yürürken "İstanbul Esham ve Tahvilat Borsası"nın önünde durdu. Burası dünyanın sayılı borsalarından biriydi. İçeride Türklere pek tesadüf edilmezdi. Osmanlı'nın sanayi ve bankacılığı olsun, ticareti olsun, yabancı veya yerli tatlısu Firenklerinin elindeydi. Bu borsanın karşı tarafında, Havyar Hanı isimli binada ise zahire borsası vardı. Eskişehir'in ilerisinden İstanbul'a buğday getirilmezdi. Sebep olarak da tren navlunlarının yüksek olması gösterilirdi. Şehirde daha ziyade Romanya ve Besarabya (Moldova) buğdayları bulunurdu.
Fehmi bütün bunları biliyordu. Keşke iktidardaki İttihatçılar da bilseler, memleketin tamamen iktisadi esarete kaydırıldığını görebilselerdi. "Vah memleketim, vah insanlarım" diye mırıldandı.

...Kadırga'ya gelmişti. Burası yemyeşil dutluktu. İstanbul'un dut ihtiyacının büyük kısmı belki de buradan temin ediliyordu. Gerçi Mecidiyeköyü ve Fulya deresi etrafında buradakilerden daha ziyade dutluklar vardı ama, hem nispeten şehir dışında bulunmaları, hem de "Yıldız"a yakın düşmeleri ticari planda değerlendirmelerine elverişli değildi. Bol dutu olan bir başka yer ise Çengelköyü'ydü.

...Halbuki Tıbbiye-i Şahane'den itibaren pek çok mektebi Sultan'ın (Abdülhamid Han) kendi öz kesesinden yaptırdığı herkesin malumuydu. Ne yazık ki Halife, en hunhar yakıştırmalara da burada maruz kalmıştı:
-Askeri Tıbbiye'nin körpecik talebelerini çuvallara koyup, ağızlarını bağlatarak Sarayburnu'ndan canlı canlı denize atılmasını irade eden kızıl sultan!
İşte Fuat'ın onlardan koğuş sebebini bu iftira hazırlamıştı. İttihat'ın baş kurucusu Temo İbrahim'e sormuştu:
-Çuvalla denize atılanlar kimler? İsimlerini verin!
Temo İbrahim doğru dürüst bir cevap verememiş, sadece kendisine ters ters bakmıştı.

...
-Biz, Doksanüç bozgunuyla sığındık buralara!.. Devlet bir kısmımızı Hüdavendigar (Bursa) vilayetine, bir kısmımızı da Edrine ötelerine yerleştirdi.
-Siz İstanbul'da kaldınız.
-Evet.
-Bu muhacir arabalarını işletenlerin hepsi Pomak mı?
-Beyefendi, bütün muhacirleri bir millet olarak görmek lazımdır. Elbette hepimiz Pomak değiliz. Boşnaklar bizden fazladır.

...Başka şeyler konuşmaya başladılar. Bir ara faytoncu acı haberi verdi:
-Fatih'in neredeyse yarısı kül olmuş beyim! Çırçır'da başlamış, oradan yanlara ve aşağılara kadar bütün evler kül olmuş. Tam bin beş yüz ev!
-Pekala nasıl olmuş; bir şeyler işittiniz mi?
-Vallahi kimine göre Ermeniler yağlı çaput atarak yangını başlatmışlar. Kimine göre de bozuk seciyeli tulumbacılar, yağmacıların telkiniyle kundak yapmışlar!

...
-Ya gözümün nurları, fırkacılık böyledir! Kurdu kuşa kaptırtır, iyiyi kötüye kırdırtır, güzeli çirkine ezdirtir... Fırkacılık vahim bir illettir ki; oraya dahil olan olmayanı düşman beller. Değil öz arkadaşı öz babası olsa bile öldürmeyi kurar, bunun için fırsat kollar.

...Gamze onun gözlerinin dolu dolu olduğunun farkına vararak "latife ettim, latife" diye bahsi kapatmıştı.
Evlenmelerine ramak kalmıştı. Artık Ali Fikri Bey yaverine "damat" diye hitap ediyordu. Bir gün şöyle demişti Fehmi'ye:
-Damat! Hayırlısıyla başınızı bağladıktan sonra tekaüde ayrılacağım. Şöyle ayaklarımı uzatıp istirahat benim de hakkım. Zaten bizim mesleğin de tadı kaçmak üzere.. Küçük rütbeli zabitler asi niyetler taşıyor, en küçük fırsatta da teşhir ediveriyorlar. İnşallah Gamze'm sana emanettir.
Ertesi günü karargahta çalışırlarken korkunç bir patlama işitmişlerdi. Ali Fikri Bey'in oturduğu konak berhava edilmişti. Gamze evde yalnızdı. Parçalanan cesedi yerlerden toplanmıştı..
Fehmi başını taşlara vura vura dövünmüştü. Lakin yaşamıştı. Çünkü yanında Remzi vardı. Arkadaşına sahip çıkmış, onu hemen Manastır'daki dergaha götürmüştü. Fehmi orada ibadet ve nasihatler sonrasında kendisine gelebilmişti...

...Lakin Remzi ve Doktor Fuat arkadaşlarımız bu vazifeyi bana verdiler. Arkadaşlar, benim ruznamem gayet sarihtir: Gönülden ittifak ve teyakkuz!.. Arkadaşlar, sizleri bilmem ancak ben sokakları, orada yaşayan insanları yakından görüp teşhis ederek buraya geldim. Tespitlerim ciddidir ve teyakkuz istemektedir. Hepiniz gayet muhkem yetiştirilmiş, vatansever insanlarsınız. Arkadaşlar! Zadegan sefahatte, ahali sefalette, siyaset menfaatte, ordu siyasette... Devlet bir berzaha getirilmiş ki Allah saklasın, bir kımıldanmanın vatanı uçuruma yuvarlaması muhtemeldir! Muradım hiç kimseyi, hiçbir siyasiyi tenkit ve telmihe tabi tutmak değildir. Olan olmuştur. Mesuliyet hissine sahip kimseler olarak bizlere düşen mühim vazifeler vardır! Evet, şimdi sizlere soruyorum: gönülden ittifak ve teyakkuza var mısınız?

...Yemin ettikten sonra Fehmi tane tane konuştu:
-Arkadaşlar! Almanya'nın ve bir miktar İngiltere'nin tertibi karşısındayız!.. Hepimiz bu içtima ve hizmetin çekirdeğiyiz. Lakin ileride daha pek çok iştirakler vaki olacaktır. O sebeple parola iktiza edecektir. Parolamız "Makedonya Gamzesi"dir.

...İngiltere istihbarat teşkilatı başta olmak üzere Rusya ve Almanya'nın bu kabil teşkilatları, üzerinde her zaman titizlik gösterdiği "Yıldız istihbaratını" numune almışlardı.
İttihatçılar, gelir gelmez tarumar etmişlerdi bu ciddi müesseseyi. Hınçları yüzünden devletin menfaatini hiç düşünmemişlerdi! Bu mümtaz teşkilata jurnalcilik, müzevirlik gibi yakıştırmalar; Jöntürk-Yahudi-Mason beraberliğinin iftirasıydı.
Bir vakit Alman Yahudisi Theodor Hertz, Abdülhamid'in huzuruna çıkarak şu talepte bulunmuştu:
-Padişah hazretleri! Filistin topraklarını on milyon altına satın almak isteriz? Bu miktar tensibinize göre değiştirilebilir. Yanında da devletinizin Duyun-ı Umumiye borçlarının hepsini sildiririz!
-Filistin topraklarını niye istiyorsunuz?
-Yahudilere yurt yapmak için talep ediyoruz.
-Ben Duyun-ı Umumiye borçlarını kendi kesemden ödemekteyim! Geride çok fazla bir şey kalmadı. Filistin topraklarına gelince; orası altınla satılamaz. Kanla alındı, verilirse de kanla verilir!..

...biz Mısır'a, bilhassa Hindistan'a, İslam kütlelerini idaremiz altına alabilmek için milyonlarca altın akıttık. Yine de tam netice alamadık. Halbuki Halife, senede bir defa Selam-ı Şahane'yle Hafız Osman hattı Kur'an gönderiyor, bütün İslam ümmetini hudutsuz bir hürmet hissi içinde emrinde tutuyor... İşte biz gerek ihtilalden, gerekse Jön Türkler'den Hilafetin, yani Selam-ı Şahane ve Hafız Osman hattı Kur'anla kütleleri avucunda tutan kuvvetin kaldırılmasını bekledik... Aldandık! Sizin hürriyete kavuşmanızdan bize ne? Soğukluk görmenizin sebebi budur.

...Otomobil yıldırım hızıyla yola çıkmıştı... Fehmi çok kan kaybettiğinden gayet halsizdi. Hasta bakıcı gazlı bezle devamlı tampon yapıyordu. Kan oldukça dinmişti. Yarayı sardıktan sonra eline bir rapor kağıdı alarak sordu:
-İsmini bağışlar mısın beyim?
Fehmi bayılmamak için bütün iradesini kullanıyordu.. O haliyle yüzüne acı bir tebessüm kondurarak inledi:
-Makedonya Gamze'si...